İnsan, bulunduğu her konumda kabul görmek isteyen bir varlıktır. Bu nedenle bütün toplumsal yapılanma hareketlerinde güç ve yer edinme yarışı ön plana çıkar. Bu yarışta her şey mubahtır. Güçlü olan zayıf olanı ezmeye, üzerinde baskı ve egemenlik kurmaya çalışır.
Toplumdaki erkek egemenliğinin temelinde bu duygu yatar. Erkek, sahip olduğu fiziksel gücü kadına karşı kullanarak üstünlüğünü kanıtlar. Ve kadından her koşulda saygı bekler. Annesinin, kız kardeşinin, eşinin, kız arkadaşının sunduğu her türlü alternatifi düşünmeye bile gerek duymadan reddeder.
İstekleri kabul görmediği zaman kavgayla, bağırıp çağırmayla, şiddet gösterileriyle, yaptırır. Doğaldır ki, kadına uygulanan güçsel ve düşünsel baskılar, cinsel baskıları da beraberinde getirir. Bu durum kadının tüm istek, beklenti ve tutkularının baskı altına alınması ile sonuçlanır. Bu baskı zamanla öyle bir noktaya gelir ki, erkek kendini kadının mutlak sahibi olarak görür. Kadının bedenine, düşüncesine, ambargo koymayı görev hisseder. Kadına evcil bir hayvan muamelesi yapmaya başlar.
Toplumsal kuralların neredeyse hepsi erkek egemenliğinin üzerine kurulmuştur. Ailenin reisi erkektir. Diğer aile bireyleri onun kanatları altına toplanmıştır. Para kazanmak ve ailenin maddi ihtiyaçlarını karşılamak onun görevlidir. Kadın ise çocuk bakar, yemek yapar ve evi çekip çevirir. Bu klasik aile yapısı eğitim sistemimize bile girmiştir. İlköğretimdeki çocukların daha o yaşlarda beyinlerine kazınır.
Kadın kocasının sözünden çıkamaz. Yaşam alanları ve sınırları kocası tarafından belirlenir. İlle de eğitim görecekse, ilerideki aile hayatını zorlaştıracak nitelikte olmamalıdır. Dışarıda çalışması gerekiyorsa bunu evini ve mutfağını ihmal etmeden yapmak zorundadır. İş ve kariyer uğruna ev hayatını sekteye uğratamaz. Asıl işi analık, ev işleri, erkeğe ve erkeğin ailesine hizmettir. Bu kuralların bazıları, din maskesi altında enjekte edilir. Kadın sosyal yaşamdan dışlanıp eve kapatılır. Erkeğinden bağımsız duyguları, düşünceleri, hayalleri, arzuları olması hem ayıp, hem de günahtır. Çünkü o, erkeğinin kaburga kemiğinden yaratılmıştır.
Kadınlara biçilen rol, çocukluk dönemindeki oyunlardan başlamak üzere “evcilik, anne olma, bebekle oynama, bebeği ayağında sallama, emzirme” gibi kadınsı işlerdir. Toplum, kadının ergenlik çağına girişiyle birlikte bu işleri hayata geçirmesini bekler. Kadın, bu rolü seve seve üstlenir. Daha o dönemlerden itibaren beyaz atlı prensin gelip kendini kurtarmasını bekler. Onunla birlikte pembe panjurlu bir evde mutlu olma hayali kurar. Ve zamanla hayalini kurduğu pembe panjurlu evin hizmetçisi haline gelir.
Emek Mücadelesinin Neresindeyiz?
Kadın, yaratıcı gücünü kullanabileceği birçok alandan gerek erkeklerin, gerekse hemcinslerinin baskısıyla dışlanır. Sendikal faaliyetler, sanat, bilim, siyaset, toplumun gözünde “erkek işi”dir. Kadınsa bütün bunlar hakkında hiçbir fikri olmayan, dışarıdaki yaşamı ancak uzaktan izleyebilen bir “eksik etek”tir.
Bunun çok daha vahimi kazara bu faaliyetlere katılmayı başaran kadınlar arasındaki kıskançlık ve rekabet duygusudur. Böyle durumlarda kadınlar birbirinin ayağını kaydırma çabasına girerken meydanı erkeklere bıraktıklarının farkına bile varmazlar.
Sözde eşitlik söylemleri, uygulamada kadın erkek eşitliğinin var olduğu anlamına gelmez. Sendikalara konulan kadın kotaları da bu sorunu çözmeye yetmez. Kadın, erkeklerle omuz omuza olduğu ortamlarda bile hep bir adım geridedir. Bu yüzden, toplumun bakış açısını değiştirecek ve kadını mücadelenin içine çekecek yöntemler geliştirmek gerekir.
Kadınların babalarından, erkek arkadaşlarından ya da eşlerinden, hatta onların ailelerinden izin almadan sendika üyesi bile olamadıkları düşünülünce, sendikal faaliyetlere katılıp sorumluluk üstlenmelerinin hiç de kolay olmadığı görülür. Zaten iş hayatı, günün büyük bir bölümünü almaktadır. Bu yüzden sendikaların kadın üyeleri geri kalan zamanı verimli bir şekilde değerlendirebilmek için birincil görevleri olan ev işlerine koşup dört duvar arasına kapanırlar. Erkek üyelerse boş zamanlarını kahvehane yerine sendikalarında geçirdikleri için sendika lokalleri kahvehanelere dönüşür. Kullanılan dil, yapılan şakalar, adaletsiz görev dağılımları, kadını ezer ve ikincileştirir, sendikalardan bütünüyle kopmasına neden olur.
Dünyanın pek çok ülkesinde kadın, evde yemek yapan, düğme diken, çamaşır yıkayan, çocuk bakan bir ağır işçidir. Bu haliyle kadının emeği, kullanım değeri olan fakat satın alma değeri olmayan bir emek türüdür. Dolayısıyla kadının harcadığı emek, üretim birimleri tarafından yok sayılır. Daha çok kreşlerde, bakım evlerinde, temizlik işlerinde, tarlalarda, düşük ücretle, sosyal güvencesiz ve kayıt dışı çalışırlar. Olası kriz durumlarında, işine ilk son verilenler kadınlar olur. Bu durum örgütlenmelerini daha da zorlaştırır.
Birçok kadın, işyerinde psikolojik terör, duygusal linç, yıldırma, ya da iş yerlerinde taciz gibi isimleriyle bilinen mobbing kurbanıdır. Bu kadınlar toplumu karşılarına almamak için susmayı tercih ederler. Çünkü çoğunlukla yaşadıklarını ispatlama şansları yoktur.
Kamusal alanlarda çalışan kadın emekçilerin yığınlar oluşturduğu günümüzde, yok sayılan kadın emeğini güvence altına almadan yürüttüğümüz emek mücadelesi ne derece gerçekçi olabilir? Bir başka deyişle biz pembe panjurlu evlerin gönüllü köleleri olarak emek mücadelesinin neresindeyiz?
Çözüm, Kadınları Eğitmekten Geçiyor
Emek mücadelesinde hak ettiğimiz yeri alabilmemiz için öncelikle toplumu erkek egemenliğinden kurtarmak cinsiyet ayrımcılığına son veren, kadın ve erkeği insan kavramında birleştiren bir dünya yaratmak gerekir.
Erkek inatlaşıp katılaştıkça, egosunun koyu bir savunucusu haline gelir. Böylelikle toplum mutsuz kadınlarla dolup taşar. Mutsuz kadın, umutsuz toplum demektir. Çünkü toplumların yaratıcıları kadınlardır. Erkek çocuklarının kişilik gelişiminde, onlara bakıp büyüten, kol kanat geren maddi manevi her türlü ihtiyaçlarını karşılayan anneler en etkin rolü oynar. Bu yüzden toplumu erkek egemenliğinden kurtarmak, daha çok kadınların eğitimiyle mümkündür. Kadınların bilinçlendirilmesi bir sonraki neslin erkek yapısında mutlak bir değişim sağlayacaktır.
Öncelikle kadının yapısında var olan mücadele potansiyeli açığa çıkarılmalı, özgüveni geliştirilmelidir. Sürgün yaşadığı dört duvar arasından çıkarılarak, emek mücadelesinin erkeklerin ya da birkaç kadının tekelinde olmadığı anlatılmalıdır.
Kapitalizme karşı politikalar, erkek egemen sistemin bütün kadınları ezdiği ve ezenler arasında emekçi erkeklerin de olduğu varsayılarak yapılmalıdır. Sömürü düzenine karşı durulurken, gündeme erkeklerin kadınlar üzerindeki baskı ve sömürüleri de alınmalıdır. Kadının özgürlüğü, aynı zamanda erkeğin ve toplumun özgürlüğüdür.
Sendikalar, kadınlar için çekici mekânlar haline getirilmeli, içlerinde rahat hareket edebilecekleri özel alanlar oluşturulmalıdır. Sendika bünyelerinde kreşler açılarak kadının çocuk bakımı yüzünden sendikal faaliyetlerden geri kalması önlenmelidir.
Erkeklere hayatın müşterek olduğu kavratılmalı, çocuk bakımı, temizlik, yemek, alışveriş gibi işler, kadın ve erkek arasında tam bir dayanışma içerisinde gerçekleştirilmelidir.
Kadınların karşılaşabileceği duygusal ya da cinsel her türlü saldırıya karşı sendika tüzüklerinde kesin hükümler bulunmalı, yeltenenler üyelikten çıkarılmalıdır. Cinsel şiddete maruz kalanlara yönelik rehabilitasyon merkezleri açılmalıdır.
Paneller düzenlenerek kadınların katılımı sağlanmalı, kadın sorunlarına çözüm aramak için feminist hareketle dayanışma içerisine girilmelidir.
Çaylar, yemekler, eğlenceler, kadınları ilk etapta sendikaya çekmek için gerekli olabilir. Ama asla yeterli olmaz. Kadını mücadeleye çekmenin en iyi yolu onu eğitmektir.