3.4 C
Almanya
Perşembe, Nisan 25, 2024

Pazartesi Yazıları: Sohbet – Kenan Çığır

Bazen hiç bir şey istemez ya insanın canı… Hüseyin işte öylesine günler yaşıyordu. Suratına ‘Ben buradayım, yanındayım, dinliyorum!’ mesajı vererek baktığımdan emin, bekliyordum. O da belli belirsiz, belki de benim duymam çok da umurunda olmadan, kendi kendiyle dertleşmeye çabalıyordu:

“Konuşmaktan, yazmaktan, kimi zaman okumaktan yoruluyorum. Kafamın içi çıfıt çarşısı* gibi!

Anlamayana anlatmaktan, çokça da dinlemeyene susmaktan yoruluyorum…

Sevmekten, sevişmekten, öfkelenmekten, üzülmekten, bu yaşta sürekli şaşırmaktan yoruluyorum. Mobbing nedeniyle yaşamına son veren Dr. Mustafa Yalçın’ın veda satırlarındaki yorgunluğu, tuz biber ekiyor kendi yorgunluğuma. Korkuyorum kimi zaman! Düşüncelerimden korkuyorum.

‘Ne kadar boş ve ne kadar nafile bir kavgadır yaşamak!’

diyorum kendime. Ürperiyorum ruhumda duyduklarımdan. Bu sen değilsin, sadece yorgunsun, topla kendini diye bağıra bağıra dört dönüyorum çıplak duvarlar arasında.”

“Hepimizin kötü günleri olur, ben yanındayım!” diyorum, duymuyor. Yüzüme baksa da beni görmüyor. Tekrar konuşmaya başladığında anlıyorum ki son bir haftada yaşadıkları; derinlere, çok derinlere saklı anılarını su yüzüne çıkarıyor.

“Kötü bir haftaydı, tıpkı bu günler gibi. Hastalıklar, kırgınlıklar, kavga ve gürültü… Olmaması gereken her şey, dokuz ayın çarşambası gibi bir araya gelmişti. Neyse, nihayet hafta bitiyordu. O sabah saat ondu ve ben akşamdan kalmaydım! Salondaki kalabalık değil belki ama ben biliyordum… İki saat zor geçecekti!

Çok zorlansam da, sayılı slayt ve sayılı dakika geçmişti bir şekilde! Verdiğim eğitim bittiğinde teşekkür furyası başlamıştı. Herkes çok memnundu! Bense ağzımın kelimelerle yaptığı dansı güdük buluyordum. Kendimi akordu tutmamış çalgı gibi duyumsamak acı verdiğinden artık suskundum.

Çok çabuk o salondan ayrılıp; saat ikide başlayacak olan söyleşinin gerçekleşeceği lüks otele, yorgun argın bir şekilde kendimi attım. Kahvemi alıp salona girdim. Kimsecikler yoktu! Söyleşiye bir saatten fazla zaman vardı. Yine de önlerde bir sandalyeye oturdum. Verdiğim güdük eğitimi düşündükçe beynim zonklamaya, avuç içlerim terlemeye devam ediyordu.

‘Yorgun görünüyorsun’ dedi, dinlemeye gittiğim o güzel insan…Doğan Cüceloğlu. Gözlüklerinin ardında sorarken bile gülen gözlerle bana bakıyordu. Sorusunu cevaplamayı hiç düşünmeden ‘Hazırlanacaksanız çıkayım’ dedim. ‘Uzun zamandır hazırım! Hadi anlat’ dediğinde, şaşırmıştım. ‘İyi de abi, akşamdan kalmayım. Hiç de verimli olmadığımı düşündüğüm bir eğitimden çıktım. Yorgunum. Ne anlatayım?’ diyordum içimden… O hala gülen gözlerle bana bakıyordu.

Birdenbire ‘Tulumbacı Sendromu yaşıyorum!’ dedim. Hay demez olaydım… Esmer bir adam da olsam tırnak ucuma kadar kızardığımı hissettim. Yaptığım, tereciye tereyi başka bir bağdan alıp, şaşkınca pazarlamak değil de neydi?”

“Tulumbacı Sendromu da ne Hüseyin?”

“Üstün Dökmen’in kitabından öğrendiğim, verdiğim eğitimlerde çalışma hayatının her bölümüne uyarladığım bir farkındalık yaratma argümanı.

Taa o zamanlar… Yangın çıktığında tulumbasını kapan mahalle tulumbacıları koşmaya başlarmış. Aynı yolda karşılaşan iki farklı mahalle tulumbacılarında racon birbirini sollamamakmış! Sollamaya kalkan olduğunda tulumbalar yere bırakılır, saldırmalar çıkartılır, yaralanan hatta ölenler olurmuş. Kavgayı kaybeden tarafın tulumbasına el konulur, mahalleye dönülüp en güvenli yerde, hamamda esir tulumba saklanırmış. Eee ne anladın anlattığım bu tulumbacıların halinden!”

“Yangın unutuldu be Hüseyin!”

“Aynen öyle. Yola çıkma sebebin ne, sonuç ne? Tulumbacılar esir aldıkları tulumbayla onur kazanmaya çalışırken, yola çıkış sebeplerini unutmuşlardı! Kavga gürültü derken yandı gülüm keten helva!”

“Bu ülkede yaşananlar farklı mı?
On altı insan ölüyor: Erk sahipleri muhalefeti, muhalefet havandaki suyu dövüyor. Ölenler öldüğü ile kalırken, kayıp yaşayan evlerdeki yangın kimsenin umurunda olmuyor! O evlere ateş düşmeden yangının önlenebilmesine neyin hesabı, neyin kavgası engel oluyor bilen yok!

Gencecik doktorlar, iş bulamayan yeni mezun mühendisler, açlıktan kıvranan müzisyenler, çocuğuna yokluk nedeniyle bakamayan ve komşuya bırakan karı koca intihar ediyor… Tüm bu insanlara güzel ve aydın bir gelecek vaadiyle yola çıkanlar, ‘İntihar sebebi kişisel!” deyip yangınla ilgili sorumluluk almıyorlar.

Kadını, insanı koruyup haksızlığa savaş açmak, toplumun haklarını can siparene korumak adına yola çıkan ‘kadın’ siyasetçi; taciz edilen kadını ‘Neden anında söylemedi? Namuslu kadın hemen söylerdi!’ diye büyük bir pişkinlikle suçlayarak, suçtan ve hem ruhumuzu hem de vicdanımızı alev alev yakan işkenceden yana tavır alıyor…”

“Siyaseti bırak can, siyaseti bırak! Toplumun yapısı, kültürü, anlayışı ne ki, siyasetçisinin ne ola?”

“Haklısın özür dilerim. Sonra ne oldu?”

“Hiç bir şey söylemedi üstat. Uçar gibi gidip, bir fincan kahve alıp karşıma oturdu. Gözleri gülerek hala ‘anlat’ diyordu. Anlattım. Yirmi dakika kadar sadece ben konuştum. Aptalmışım! Bir dakika konuşup on dokuz dakika onu dinlemeyi düşünememişim. Salona gelenler olmaya başlayınca o sürekli gülen gözlerini bir sağa bir sola devirip, üç aşağı beş yukarı:

‘Hıı! Özünden kopmadan yaşıyorsun. İnsanların seni değerlendirmesinden çok kendi eksikliklerinle yüzleşiyorsun. Bunu çok önemli ve güzel buluyorum, çünkü çoğunlukla hayatının kontrolünü eline alabiliyorsun. Bazen de öfkeni kontrol edemiyorsun… Öfkelenmek tabi ki mümkün ama sen onu da kontrol edebilirsin! Yılgınlık yok!’ deyip hararetle elimi sıkmıştı.”

Bir kaç kere “Tekrar konuştun mu, sonra ne oldu?” desem de Hüseyin susmuştu. Duymuyordu. En sonunda mırıldanarak:

“Doğan Cüceloğlu’da gitti!” dedi.

“Hastalık ve ölüm bizim için… Kavga da, sevda da bizim için. Topla lütfen kendini, ‘Yaşam topuyla tüfeği ile gelsin, yıkılan namerttir’ diyen sen değil misin? Neler atlattın be dostum, bir ‘Tulumbacı Sendromu’ mu yıkacak seni?”

“Unuttuk dostum, unuttuk! İnsan geldik dünyaya insan gibi davranmayı da, yaşamayı da unuttuk. Doğduk pirüpak amma kirlendik! Sakladık içimizde kirimizi, kimselere uzun süre göstermedik. Halbuki bu dünyaya kirlenmeye değil… Görmeye, öğrenmeye, sevmeye gelmiştik.

Görecektik… Sadece işimize gelenleri gördük. Özgürlüğü, adaleti, sevdayı, yoksunluğu…
Olması gerektiği gibi değil, olmasını istediğimiz gibi gördük. Kainatı tüm çıplaklığıyla görüp anlamaya çalışmak varken at gözlüğü vazgeçilmezimiz oldu!

Öğrenecektik… Öğrenip gelişecek, geliştirecek, bildiklerimizi ve biriktirdiklerimizi toplum yararına kullanacaktık. Çocukluk hayallerimiz ne güzeldi; doktor, polis, öğretmen ‘olacamm!’ diye yırtınırdık. Yola çıkış nedenini ve insanlığını unutan birileri; doktor olunca erkek ya da kadın hastanın namahrem olduğunu söylemeye başladılar! Bazıları polis olunca; toplumu, adaleti, hukuku değil birey ya da zümreyi savunup, şiddet ve eziyeti mübah görmeye başladılar. Gencecik beyinlere bilimi – ilimi enjekte etmesi gereken bazı sözde öğretmenler, ‘Kızlar okulda şehvet kaynağı!’ demeye başladılar.
Ne olursak olalım, nereye varırsak varalım öğrenmeye çıkış yolumuzu yitirdik.

Sevecektik… İlkokuldaki sıra aşkımızı düşün! Sonra gençlik aşkları. Mahallenin en güzel kızının penceresini az mı taşladık? Sevecekti erkek, sahip çıkacak göz bebeği gibi pamuklara saracaktı kadını. Sevecekti kadın, üstüne titreyecek dört gözle kavuşmayı bekleyecekti. Sonra ne oldu? Bazıları sevgiyi bile hoyratça zulme dönüştürdüler. ‘Kaşının üstünde gözün var’ deyip dövdüler… ‘Kıskandım’ deyip öldürdüler… İnsanın aşk için çıktığı yolda çok sevdiğini söylediği bir cana zarar verebilmesi sevgiye giden yolu unutması değilse nedir?”

”Hüseyin yorgunsun, ‘hiç bir şeye halim yok’ diyorsun ama hala düzelmeyecek işlerle uğraşıyorsun. Düşünme bunları, sen mi çözeceksin bunca sorunu?”

“Önce kendi sorunlarını çöz diyorsun anlıyorum. Lakin ne kadar yorgun, ne kadar bezgin olursa olsun… Yitirilen yollara geri dönüleceğine, unutulan gerçek hedeflere varılacağına olan inancı kaybetmemeli insan. Reşat Nuri Güntekin’in de dediği gibi: ‘En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı?’

Hoşçakal dostum, sohbetin için teşekkürler. Aydınlık günlerde, mutlu haftalarda görüşmek üzere.”

Kenan Çığır
22.02.2020

*Çıfıt çarşısı: Türlü şeylerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer.

Son Haberler

İlgili Haberler