5.6 C
Almanya
Cumartesi, Nisan 20, 2024

Mercan kayalıklarının Mercan kızı – Züleyha Akın

Bugün her sabah spor yaptığım yürüyüş yolunda yaşı 80’e dayanmış Sağlık Memurluğundan emekli bir tanıdığıma rastladım. Bu sabah yürüyüş yolunda karşılaştığımda bana “bence sen Mercan’ı yazmalısın” dedi. Mercan kimdi ve ben neden yazmalıydım? Yakınlarda bir cafe’ye oturduk ve bana anlattı.

“1962 yılının Haziran ayında Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı merkeze çok uzak bir dağ köyüne tayin olmuştum. Genç ve idealist bir kamu görevlisiydim. Sağlık ocağında benden başka görevli yoktu. Sadece temizlik ve tadilat işlerini yapan bir köylü her sabah gelerek temizlik işlerini yapıyor ve çayı demlemek için gaz ocağına koyuyordu.

Mesleğime başladığım ilk gün köylülerden sadece erkekler benimle tanışmaya gelmişlerdi. Kadınlara pek rastlanmıyordu. Esasen çoğu tepeden tırnağa kara çarşaf giydikleri için tanımak olası değildi.

Burası merkez köylerden olduğu için ve diğer köylerde sağlık ocağı bulunmadığı için uzak dağ köylerindeki okullara aşı yapmaya gidiyorduk. Kaymakamlık bana bir jeep tahsis etmişti. İkinci Dünya Savaşından kalan yeşil renkte çadır beziyle kaplı çok eski bir araçtı. Arıza yapıp yolda kalmadığım gün olmamıştır. En azından ben anımsamıyorum. Dağ başında su kaynattığı zamanlar yapacak bir şey bulamadığım için sırt çantamdan kitap çıkartarak okumaya başlıyordum. Şoför saatler sonra arızayı düzelterek “tohtur begim haydin gidek” diye seslendiğinde toparlanıp yola koyuluyorduk.

Köylüler bana “tohtur” yani doktor diye hitap ederlerdi. Sağlık ocağında doktor tayin etmeyen siyasi iktidar bana hekim yetkisi veren bir genelge göndermişti. Acil durumlarda kanamayı durdurmak veya ameliyat etmek gibi yetkiyle donatılmıştım. İyi de yeterince donanımlı mıydım? İşyerinde ameliyat edecek alet, edevat var mıydı ki ben bu işlerin altından kalkacaktım…

Genç ve deneyimsizdim. Okul yıllarımda laboratuarda kadavra üzerinde işlem yaptığımızda bayılmamak için kendimi zor tutardım. Yaralı görmeye hazır değildim. Tek başıma bütün bunların altından nasıl kalkacaktım. İşyerinde hademelik yapan Haydar usta askerken çok yaralı insan görmüş ve ilk yardım yöntemini biliyordu. Yaşadığı olumsuzluklar ve yaşlanması nedeniyle elleri titremeseydi bana yardımcı olabilecekti.

Züleyha Akın

Haydar usta nihayet beni aşı yapacağımız köye ve okula ulaştırdığında öğrenciler sınıflarında ders görüyorlardı. Okul görevlisi bir tek öğretmendi. Teneffüs zili çalıp odasına dönünce bizi sevinçle karşıladı ve aşıdan korkan öğrenciler okuldan kaçmasın diye okulun dış kapısını kapatarak öğrencileri yeniden sınıfa almayı başarmıştı. Tek sıra halinde dizilen öğrencileri aşılayarak işlerimizi bitirdik.”

Kafama takılan soruyu benim bakışlarımdan anlamıştı. Bütün öğrencileri teneke kabında kaynatarak dezenfekte ettiği tek bir enjektörle aşılamıştı. Şimdiki gibi öyle olanaklar yoktu ki…

“Okulda işimiz bitmişti fakat benim işim bitmemişti. Kaymakamlık makamından bir yazı ve ilaçlar gelmişti. Yazıya ekli listede Lepra (Cüzzam) hastalarının isimleri vardı. Bu köyde genç bir hasta kızımız vardı. İsmi Mercan Erol’du.

Öğretmeni yanıma alarak köy meydanını geçtik ve Mercan kızımızın evine vardık. Derme çatma bir köy evinin kapısını çaldık. İçeriden uzun zaman ses vs gelmedi. Israrla kapıyı çalınca telaşlı bir kadın açtı kapıyı. Mercan’ı sorunca “benim gelinimdir, suya gitti. Az sonra gelir” dediğinde şaşkınlığımı gizleyememiştim. Çünkü Mercan 13 yaşındaydı… Nasıl gelini olabilirdi?

Bahçede tek bir ağaç ve ağacın altında tahtadan yapılmış oturma yerleri vardı. Ev sahibi kadın bize evden temiz minderler çıkartarak oturmamızı sağladı. Hastamızı beklerken ev sahibinin ikram ettiği ayran aşımızı içiyorduk.

Uzaktan Mercan göründü. Yorgunluktan per-perişan bir haldeydi. Bizi görünce yüzü alev alev yanıyordu. Masmavi gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi şaşkınlık içerisinde bize bakıyordu. Kaynanası bizim anlayamadığımız dilden (öğretmen çat pat anlıyordu) bir şeyler söyledi.

Mercan, yaşamımda görüp görebileceğim eşsiz güzellikte bir kadındı. Kadın demek yanlış, çocuk kadın demek daha doğru olur. Benim Mercan’ı muayene etmem gerekiyordu. Yüzünde yani görünürde yara bere yoktu. Bedeninde olmalıydı. Kayınannesinden rica ederek içeriye girdiğimde salonun dip kısmında yaşlı birinin yattığına tanık olmuştum. Mercan’ın kocasının dedesi hastaydı. Büyük olasılıkla bu illet hastalık onda vardı.

Biz o yıllarda bu hastalığın bulaşıcı olduğuna inanıyorduk. Çok sonraki yıllarda bulaşıcı olmadığına tanık olacaktık. Bu nedenle yanımda getirdiğim ilaçları tüm aile kullanmak zorundaydı.

Kayınvalide, Mercan ve ben yatak odasına gittiğimizde Mercan sadece kolunu yarısına kadar açarak yaralarını gösterdi. O kadarına izin vardı. Aslında çok önemli değildi. Kızımız hastaydı ve benim görevim ilaçlarını ulaştırarak nasıl kullanması gerektiğini anlatmaktı. İlaçlarını vererek köyümüze döndük. Dönüş yolunda bir kez daha aracımız bozulmuştu. Olmazsa olmazdı.

Aradan 3 ay geçmişti. Listedeki hastaları tek tek sağlık kontrolünden geçirmem gerekiyordu. Yine zorlu bir yolculuktan sonra Mercan’ın köyüne varmıştık fakat Mercan yoktu. Kocası boşamıştı. Boşamış demek yanlış olur zaten resmi nikâhı yoktu. Bizi iyi karşılayan kayınanne bu kez somurtkan bir yüz maskesi geçirmişti. Mercan’ın nereye gittiğini bildiği halde söylemiyordu. Çaresizce geri döndük. Bu kez aracımız yolda arıza yapmamıştı.

Sanki yer yarılmış Mercan yerin dibine girmişti. Kaymakamlıktan sürekli yazılar geliyordu. Hastamızı bulmam gerekiyordu fakat bunu nasıl başaracağımı ben de bilmiyordum. Mercan baba evine dönmemişti. Dönseydi akıbeti belliydi. Anne ve babası çok yaşlı belki de çocuklu birine imam nikâhıyla nikâhlayıp evden gönderecekti. Mercan’ın narın ve hastalıklı bedeni bu duruma dayanamazdı.

Mercan’ı ailesi lütfederek başka bir köyde hanımı doğumda ölmüş orta yaşlı bir erkeğe paketlenip gönderilmişti. Bahse konu edilen köye gittiğimiz yine bulamadık.

Aradan aylar geçti. Yine kaymakamlıktan yazı gelmişti. Mercan bulunacaktı. Bulunmazsa jandarmadan “yakalama emri” çıkartılacaktı.

Nihayet ailesini de sıkıştırarak kızın 4. kocasının köyünü bulmuştuk. Çocuk gelinimizi görmeye ve ilaçlarını vermeye gittik. Yol olmadığı için köyün girişine aracımızı park ederek patika yoldan yürümeye başlamıştık. Haydar usta deneyimliydi eline asa gibi bir sopa almıştı. Bizi köy girişinde ilk önce köpekler karşılayacaktı ve kendimizi sopayla koruyacaktık. Beni köpekler ısırsalar bile sopayı vuramazdım. O nedenle elime almadım.

Sora sora Bağdat bulunur hesabı olsa gerek Mercan’ın evine gittik. Mercan evinin avlusundaydı ve tuhaftır bizi bekliyordu. Geleceğimizi tahmin etmişti. Bahçede bir artezyen kuyusu vardı. Kuyunun başında mahsun ifadeyle boşluğa bakıyordu.

Benim geliş nedenimi biliyor olmalıydı ki evin avlusunda beklemekteydi. Hastalığını ev halkına duyurmamam için bana yalvarmaya başladı. Bu kapı kendisinin dördüncü kapısıydı. Hasta olduğunu köylüler ve evdekiler bilmiyordu. Köye gelişinin ertesi günü kocası askere gitmişti. Kimsesi yoktu ve hastalığı anlaşılırsa kapının önüne konacaktı. Artık baba ocağı da dahil gidecek yeri yoktu. Gözlerinde sicim gibi yaşlar dökerken kendisine durumun vehametini anlatıyordum.

Bizim konuşmalarımızı duyan ev halkından birçok çocuk, bir erkek ve kadın çıkmıştı. Yanımıza geldiklerinde ben durumu kendilerine de anlattım. Çok şaşırmışlardı. Gözlerinden şimşek çakıyordu. Gelinlerine nefretle bakıyorlardı. Tüm ev halkının kullanması gerektiği için herkese yetecek kadar ilaçlarını bırakarak oradan ayrıldım.

Aradan 3 ay geçince ilaçlarını yenilemek için köye gittim. Mercan evden kovulmuştu. Kovulduğu günün ertesi günü kendisini dağlara vurmuş ve bir daha kendisini hiç kimse görmemişti.”

Yaşlı adam bu son sözünden sonra ağlamaya başladı. Gözyaşlarını silmesi için masanın üzerinden peçete alarak verdim. Ağlaması geçmiyordu. Bu kez benim de gözlerim dolmuştu.

Anlatıcı derin bir nefes çekerek; “ahhhhhhh… Şimdiki aklım olaydı… O kızı kurban etmezdim. Hastalığını sır gibi saklardım” dedi.

Züleyha Akın – 25.09.2021

Son Haberler

İlgili Haberler