Sevgi
Elemsiz
Vedasız
Görkemli
İnsandan öte…
Sevmeyi beceremeyenlerin yaşamda yeri yoktur. Dikkat! Sevgi en öldürücü silahtır. Ve biraz sonra okuyacağınız her öykü, sevgi ile ölen Ayşelerin son dakikalarına kendinizi koymanız için yazılmıştır. Öyküleri okumadan önce bir toplu iğneyi parmağınıza batırın ve bu satırların altında yer alan daireye bastırın; bastırın ki, öyküler bittiğinde gerçeklerin farkına varan Ayşe’ler ya da Ali’ler olarak “Sevgi’yi bir kez daha gözden geçirin ve gelecekteki Ayşe ile Ali’leri sevgiyle büyütün.
** ** **
Ön yazısı ile okuyucuyla buluşmuştu “Ali Ayşe’yi Sev(me)” kitabı 2015 Nisan ayında. Kitabı yazan kişi olarak şunu hatırlatmak isterim kitap 12 yıl boyunca işlenen kadın cinayetlerinin insan olarak ben de oluşturduğu yaralar neticesinde yazılmıştı. TV’lerin bir dakika sürmeyen haber geçişleri, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri olarak yerlerini aldılar. Ve yıllar geçtikçe sanki çok yayılması gereken bir şeymiş gibi çoğalarak günümüzde de devam etmekte kadın cinayetleri. Geçtiğimiz günlerde işlenen cinayetin zanlısı yakalandığında verdiği ifade ve rahatlık eminim birçoğumuzu çileden çıkarttı. “Pişman değilim, istedim, öldürdüm…”
Ben bu kitabı yazdığımda bazı yazarlar ve yayınevleri insan ölümü yazar mı? Demişti. Hatta kitabın kapağından ötürü de eleştirilmişti. Peki, insan bunca ölümün bunca vahşetin içinde yaşar mı? Evladını kapının dışına gönül rahatlığı ile yolcu eder mi? Evlendirebilir mi? Babasına, abisine, erkek kardeşine, amcasına, dedesine emanet edebilir mi? Paranoyak düşünceler gibi gelse de geçmiş zaman içerisinde kadının uğradığı şiddet (Fiziksel, psikolojik, ekonomik…) maalesef en yakınlarından, en yakınlarına kıyamayanların oluşturduğu “Çevre” den geldi.
Şiddet eğilimi olan kişilerin ciddi anlamda tedavi görmeleri ve toplumdan uzak tutulması gerektiğine inanıyorum. Engelsiz yaşama karşıt bir düşünce gibi gelse de bazen toplumun refah ve huzuru için bu zorunlu olabilir. Zira şiddet eğilimi gösteren “Sevgi Engelli” kişiler hayatları çok kolay alabilmektedirler. Siz buna istediğiniz maddeyi ilave edebilirsiniz. Ancak bu kişilerin bir gün topluma dönme ihtimali varsa hapishane de kesinlikle tedavilerine devam edilmeli ve bu eğilimlerinin ortadan kalktığı ispat edilmeden salı verilmemelidir.
Biz bıkmadan usanmadan yazmaya devam etsek de tüm bunlar yasaların engelleyebileceği bloklar olmadan gerçekleştirilemez. Eğitim sistemi bunun başlangıcı olmalı hatta. Aileler eğitilmeli, kreşten itibaren çocuklar eğitilmeli. Cinsiyet ayrımcı ya da üstünlük sağlayıcılar var olan toplum kültüründen ayıklanmalı… Ve tüm bunlara acilen başlanmalı. Durum vahimdir. Ve bu kelam bir felaket tellallığı değil bir aydınlanma adımı olarak algılanmalıdır.
****
YA ALİ’SİN YA AYŞE BÖYLE SEVME!
Bu kitapta, gözümüzü açtığımız her ölüm haberlerini aldığımız kadınlarımızın sesini duyacaksınız.
İnsan ölüm anında ne düşünür? Kadınlar, neden Azrail’den rol çalan erkekler tarafından öldürülür? Ya siz? Evet, siz! Bu kitabı elinde tutan okuyucular, bir an için kendinizi o kadınların yerine koyun, siz ne hissederdiniz?
29 Öykü, 29 Ayşe ve 29 Ali. Ölümün soğuk nefesi ensenizdeyken; isimlerin, şehirlerin, statülerin bir anlamı yok! Bundan dolayıdır ki, kitapta yer alan tüm kadınların ismi Ayşe, erkeklerin ismi de Ali olarak yazılmıştır. Siz istediğiniz ismi düşünmekte özgürsünüz.
Elinizde tuttuğunuz kitap canınızı acıtacak belki, ama çığlık atmakta geç kalmamanız için yazıldı bu satırlar. Belki de sizin sesiniz bir nefesi kurtarır, kim bilir?
Unutma!
Sen sustukça,
Ellerin
Ellerin bulanıyor kana!
** ** **
Yukarıda yer alan satırlar kitabın arka kapak yazısı. Çığlığım gibi. Sayın okuyucu bu yazıyı kitap tanıtım yazısı gibi düşünmeyin lütfen. Bu yazı geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan canlar için kaleme alındı. Çığlığım hala aynı çığlık hatta iç sesim öyle yüksek ki ben diyorum ses verdim, toplumda ses versin. Acıyı algıladım, canım yandı bu yangın benim evime düşmeden ben de ses vereyim desin istiyorum. 2015 den 2019 a acılar eksilmedi, bitmedi, bitirilemedi… asıl kim çığlık atar biterse O her kimse heyecanla bekliyorum. Biz kadınlar huzuru ve mutluluğu toplumun temelini oluşturduğumuz için istiyoruz. Tüm dünyadan acıların arındığı günleri hayal etmekten vazgeçmeyeceğim.
Sevgi, sevgi, sevgiyle kalın a canlar
Arzu DİNÇER
Üç öyküyü sizlerle paylaşıyorum. Dünden bugüne hiçbir şeyin değişmemesinin hüznü ve çaresizliğiyle…
#27V
Ve Ayşe
Hani bir şarkı vardı “Güneşte demlerim senin çayını” oldu demledik çayı. Demledik de biraz geç kaldık diye şakağımıza yedik kurşunu. Valla yapacağını sanmamıştım. “Öldürürüm seni” dediğinde “öldür” deyiverdim. Ve işte tüfekle demlenmiş taze kanlı çay. Hala ne olduğunu tam anlamadım, tek bildiğim sanırım yaşasaydım da bir daha çay içemezdim.
Bir arkadaşım anlatmıştı. Bir çift boşanıyormuş kadının anası başlamış hâkime “Hâkim bey benim kızım hem doktorasını yaptı hem de dokuz aylık hamileyken kocasının çayını, meyve tabağını hep ayağına getirdi” diye anlatmaya. Hâkim bakmış bakmış kadına; “Be kadın, silah mı dayamış kocası şakağına? Yapmasaymış senin kızında” diye.
Yani yapsan adalet adam yerine koymuyor, yapmasan kocan. Üç yıl boyunca yemek geç kaldı dayak, çorba sıcak dayak. İnsansın öyle taş gibi durmuyorsun ama güç bitiveriyor can acısından.
Bir günden bir güne de ellerine sağlık güzeller güzelim karıcım deseydi ya. Vurmak konuşmaktan daha zor değil miydi? Hiç mi anası babası öğretmemişti bu adama tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır diye.
İnsan insanı sever insan insanı dövmez. İnsan aslında hiçbir şeyi dövmez. O zaman sokakta kavga eden köpeklerden ne farkımız kalırdı ki! Kaldı ki onlar ya tehlike hissettiklerinde ya da aç kaldıklarında saldırganlaşıyorlar. Kuyruklarına basılmadıkça o kuyruk bile hep bacaklarının arasında. Hele ki kendilerini besleyen koruyana karşı. Hayvanca hayvan nasıl saygı gösterir. Sevimli sevimli yanaşır.
Şirinlikler yapar daha çok sevsin sevsin ki daha iyi beslesin diye. Bir de üstelik ehlileştirirsiniz yapılması gerekeni öğretirsiniz. O da buna hep uyar.
Çocukken televizyonda sirk olurdu. Orada aslanlar bile bildiğin kedi gibi eğitilmiş oraya git, yat, kalk, takla al bir sürü şey öğrenmiş de gösterirdi krallığına bok sürmeden.
Ali hiç mi nasip almamıştı eğitim denilen rahmet dolu yağmurdan.
Hele ki Cumaları namaza gitmesi yok mu ikiyüzlülüğü kimeyse artık. Sen ki can acıtan hangi yüz ile Allah için yüzünü secdeye sürüyorsun.
Oysaki Hz. Muhammet (s.a.v.) eşlerini döven bazı kişilere karşı Medine’de minberine çıkmış ve buyurmuş ki “Sizden bir kısmınız eşlerinizi gündüz dövüyor ve gecede aynı yatağı paylaşıyorsunuz. Bundan utanmıyor musunuz?”
Utanması olmayanın inancı gerçekten var sayılabilir mi acaba? Benimle iki çift etmeyen Ali’nin her gün gittiği sohbetlerde bunlar hiç mi konuşulmaz. Ama yok konuşulsaydı hayvanların eğitilmesi konusunda ki gibi bir nebze de olsa sebeplenebilir ve bu aşağılayan tutumuna sırf korkusundan, utancından son verirdi.
Her dayak günü onur duvarlarınızdan bir tuğla eksilir. Ayaklarınızın altında ki cennet kayar ve cehennem ateşine odun olması gereken biri yerine siz düşersiniz insanlığınızı yakarak o ateşe.
Bir bardak çay dediğin içinde yaprak olan sıcak su. Bir bardak su toprağa döksen can verir. Yaprak oksijen verir can verir. Güneş ısıtır yer küreye can verir. Nasıl oluyor da üç bileşen benim canımın alınmasına sebebiyet vermiş olabilirdi ki!
İkiyüzlü dünya sadece Ali’den ibaret değildi elbet. Canının acısı kırılan dökülene karışır senfonik bir şarkı gibi çoğalır seslerin çeşidi. Camları, duvarları aşar dışarıda üç maymun sürüsü vardır. Duymaz, görmez, konuşmaz o an. Ertesi sabaha senfoniden değil de seyirlik oyun görmek isteyenler kapıyı çalar utanmadan şeker, un isteme bahanesiyle.
Ey Allah’ım! Sen kadınları kefenleriyle mi dünyaya getirirsin?. Hep bir duvak! Ana karnında elleriyle, regli olduklarında petleriyle, gelin olduklarında gelinlikleriyle, öldüklerinde… Bak şimdi Ali, bir gün sen de giyeceksin o duvağı. Burada bir olduk seninle. Ana rahmine düşmek, doğmak ve ölmek gibi.
Ne diyordu o şarkıda? “Ben feleğin şu çarkına çomak sokarım”
Ve Ali
Tüm ailelerde olduğu gibi sıradandı hayatımız. Sabah kalkar önüme konan kahvaltıyı yapar çıkardım evden. Akşam oldu mu da geri gelir yemek yer yatsı namazını da kılar yatardım.
Parasızlık zamanlarında biraz gergin olurdum. Kolay değil evdeki kaşık düşmanı eksikleri sıraladığında param yok demek.
Ayşe kendi halinde bir kadındı bilge miydi aptal mıydı hiç konuşmadım öyle derin derin. Derin sohbetler hoca efendinin çevresinde olurdu. Namazında niyazında insan için kadınla sohbet etmek şeytanı başına toplamak kadar boştu.
Hoca efendi karılarınızı hoş tutun diye konuşurdu arada. Ben de onu hoş tutuyordum. Çatısı olan bir evde koca bir günü dilediği gibi yaşam sundum ona. Şikâyeti olana kapı orada diyecek adamda değildim.
Benim beklediğim yemeğim yapılmış olsun, önüme konsun, kaldırılsın, ev temizlensin, camiye giderken giydiklerim ütülü olsun. Kadın erkek olmanın gerekliliği yerine getirilsin yeterdi.
Bunları zaten tüm kadınlar yapıyordu. Ha biraz huysuz olabilirim yukarıda Allah var ya, ama işte çöpsüz üzüm olmuyor neylersiniz.
Ayşe de iki sopa yedi diye feryat figan bağırıp beni kışkırtmasaydı. Altı üstü bir çay yahu ne kadar zamanını alır ki insanın bir getirivermedi canına kibrit suyu döktüğüm.
Nereden bileyim intihar edeceğini? Günahların en büyüğüne girdi kendini öldürerek.
Siz bakmayın öyle Ayşe’nin elinde barut izi yokmuş da, insan koca tüfeği şakağına nasıl dayarmış da dendiğine.
Günahkâra rahmet okunmaz ama ben iyi ve inançlı bir adamım yine de Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.
**********///**********
#05L
Ve Ayşe
Kız çocukları pamuk şekeri gibidir; Pembe yanakları, baldudakları, tatlı dilleri. Televizyonlarda görüyorum nasıl da giydirirler süslü püslü, nasıl da yakışır her giydikleri.
Bizim topraklarımızda kız dendi mi bebeklikten itibaren ev ırgatıdır, tarla ırgatıdır. Irgattır işte. Onun dışında da pek bir önemi yoktur. Ha evlendirildiğinde erkek evlat verenlerdensen işte o an kıymetlisindir. Erkeğini erkek yapmış sayılırsın.
Ben kıymetsiz olanlardanım. Hem de çifte katmerli kıymetsizlerden. Nasıl mı? Geç evlenen ve erkek doğuramayan: “Dolusuz Ana” olan. “Anadolu” olmak için er sahibi ana olma şartından yoksun.
Yirmimi görünceye kadar evin her işine koşturan, kardeşlerine analık yapan sonra da yirmiyi gördüm diye ellerinde kaldığımı düşünüp apar topar ilk bulduklarının koynuna karı sıfatı ile atılan.
Dört yıl önce doğurdum kızımı. Nasılda asılmıştı suratlar. Kocamış kadın alırsan işte o da sana böyle evlat verirler diye ne çok söylenmişlerdi kocama.
Kocam demişken aklıma geldi, dün onun ikinci çocuğunu doğurdum.
Düşünsenize kızımın doğumundan sonra geçen dört yıl içinde ki buna doğumun hemen ertesi gününden itibaren bakın lütfen; karılıktan nasibini almamış ben, asli görevini yerine getirememiş bir sıfatsız olarak, tüm ev ve tarla işlerinin amelesi olarak çalıştırılmaya devam edildim.
Öyle pembe değildi duyduğum kelimeler mavi gökyüzü de olmasaydı hep geceydi günlerim.
Ama Alinin anası Ayşe’nin dediği gibi kadın kısmışının neyineydi tembel makinalar. Onlar elektrik faturalarını şişirmek için hazırlanmış tuzaklardı. Ev de kadın varsa gerek yoktu onları kullanmaya.
Su dediğin ev çeşmesinden akan değil taşınan makbuldü. Hele ki çamaşır yıkanacaksa fuzuli bir şeydi ev çeşmesinde yıkamak. Kadın dediğin avluya çatacak ateşini koyacak kazanını üstüne kaynatacak çamaşırlarını kokusu ta yan sokaklardan duyulacak. Ayşe’nin gelini de bir çamaşır yıkıyor ki mis denilecek.
Ama o Ayşe tüm komşuların çamaşırlarını kaynatsa yine yarım yine eksik. Kaşık düşmanı doğurmuş kaşık düşmanı.
Dört yıl boyunca her ay benim cehennem günüm vardı. Cehennem günüm de önce kocam Allah belanı versin beceriksiz karı diye söylenmeye başlar, ardından anası büyük bir düşmanlıkla geçmişimden kim varsa hepsini ya yad eder ya kulaklarını çınlatırdı.
Ben cehennemimin çağlayanlarından kanımı akıtırken gözümden dökülen pınarların sıcağında yanardım. Yanardım da kimselerde bir teselli bulamazdım.
Güzeller güzeli kızıma büyük bir acıma ile bakardım sadece. Benim kıymetlim olman yetmeyecek ya Gülpembe yanaklı Ayşe’m, toprağın çatlağına mı sığınsak seninle ya da başka topraklarda hani şu dağların ötesinde hani şu televizyonlarda gördüklerimizin ülkesine mi sığınsak seninle diye diye düşünür sonra gök gürültüsü bir sesle ya da sırtıma inen bir yumrukla kendime gelirdim.
Oysaki bakmaya da koklamaya da doyamazdım kızıma. O minik güvercin ayalarının içine kırmızı kınalar kondururdum hep mis gibi kokan. Saçlarını her melik ördüğümde onun için kurduğum hayalleri düğümlerdim her boğmasına.
Kıymetli kıymetsizim benim. Anası gibi hiç konuşmaz. Sesi çıkmaz. Ne diyordum ben? Kocam demişken aklıma geldi, dün onun ikinci çocuğunu doğurdum dedim sonra da dört yıl öncesine gidiverdi aklım.
Doğum sancısı. Buradan devam edeyim ben en iyisi.
Doğum sancılarım tuttuğunda Alinin oğlum geliyor kasılmaları, hemşirenin kızınız oldu demesi ile nasılda kara yel yemiş buğday başağına dönmüştü.
Sanki cenazesi varmış. Ani bir ölümle burun buruna gelmiş sanki anan öldü, baban öldü denmiş gibi.
Cenazesi bakışlarında olan nefret dolu gözlerini gördüm. O an, biraz önce canımdan can kopartmış ben, doğanın mucize kaynaklarından biri olduğunun farkında olmayan ben boşana olduğu gözlerine mıhlanan biri olarak bayılıverdim.
Hastaneden annemler getirdiler evime. Ailesi de O da ne bebeği kucağına aldı, ne de bana bir laf etti. Yüzünü bile görmedim.
O kadar yorgunum ki sadece uyumak istiyorum. Çevremde ki birçok kadın gibi erkeğimi erkek yapmak için kim bilir kaç kez yaşayacaktım bu yükü.
Lohusalık karabasanı bastı sanırım beni uyanmak istiyorum ama uyanamıyorum.
Sözde, kocam ben uyurken iki kabloyu benim kulaklarıma sokuyormuş ve ben ateşte unutulmuş et parçası gibi yanıyormuşum.
Annem, Kuranı Kerim de koydu, kurt postu da yastığımın altına. Ama sarışın peri kızını, başımdan savmaya yetmemiş anlaşılan.
Anne! Albastı beni.
Kurtar, kurtar beni anne!
Ve Ali
Lal gecelerini hayal edersin gençlikte. Lal gecelerinin ardından oğul oğul aileye açan oğlanları. Kıymetliyiz biz hem de çok kıymetli. Kaç çocuğun var dendiğinde oğlanlar söylenir. Hem de öyle bir söylenir ki açlıktan nefesin koksa oğlun oğulların varsa zenginsindir cemaatte.
Lal gecemi Ayşe ile yaşadım, onunla zenginleşmek nasip oldu bana. Aileler uygun buldular laf düşmedi bana da. Ardından gebe kaldı Ayşe. O vakit keyfim yerine geldi. Geldi gelmesine de dokuz ayına kucağıma alınacak bebe veremedi kitapsız boş kadın.
Kaç çocuğun var diye sorduklarında susanlardan oluverdim. Oysaki benim suçum yok berdelde payıma düşeni aldım. Beceriksiz çıktı. Beni erkek yapamadı.
Yıllarca hayalini kurdum her ay her ay gebeyim desin bana diye. Zaman geçtikçe boynum eğiliyordu aileme eşe dosta karşı. Soyuna kibrit suyu döktü bu kadın diye konuşmalarsa işkencem olmaya başlamıştı.
Gel zaman git zaman muştuladı bana ölüyorum der gibi gebeliğini. Allah’ım dedim Allah’ım oğlumu alayım kucağıma kurbanını hemen keseceğim.
Alnımın ortasında kan kucağımda oğlum yılların düşük başını dimdik tutarak dolaşacağım gururla. Kaç çocuğun var diyenlerin yüzüne işeteceğim hergeleyi ahtım olsun demeye başladım.
Doğum sancısı tuttuğunda ilkin havaya sıkacağım tüfeğimi koydum arabaya. Sonra Ayşe’yi bana oğlumu verecek Ayşe’yi bindirdim kartal görünümlü şahinime. E kolay değil Alinin oğlu Ali geliyordu dünyaya. Dünyanın göbeğini Alinin göbeği ile kesecekmişim gibi hissediyordum.
Ameliyathane önünde asker nöbeti tutar gibi dolaşmaya başladım. Yıllardır beklediğim erkekliğimin ispatı oğluma kavuşturacaklardı beni. Az beklemedim onu ben.
Derken Hemşire Hanım ameliyathaneden çıktı, bana doğru geldi ve gözünüz aydın Ali Bey nur topu gibi sağlıklı bir kızınız oldu. Eşinizin durumu da çok iyi dediğinde kapkara bir odanın içinde buluverdim kendimi. Artık kendi gözlerimde mi yoksa haberin karasında mı boğuluyordum bilemedim.
Hastane koridorlarından dışarıya kendimi nasıl attım hatırlamıyorum.
Oğulsuz doğum doğum olur mu hiç? Yok dedim bu böyle olmaz ne besleyeceksin sana evlat vermeyen gırtlağı diye, sadece düşündüm. Sadece düşündüm.
Tamam, hastaneden çıktığımda yalıtkan eldivendi, tornavidaydı, üçlü prizdi aldım ama eve lazımdı yoksa aklımdan hiç kötü bir şey geçmedi.
Zorla da olsa geç saat eve gittim o gün. Baktım Ayşe uyuyor. Umurunda bile değil beni evlatsız bırakması. Onun verdiği rehavet mi bilemedim ama karabasan beni bastı.
Kulağıma durmadan “Kurtul bu kadından, kurtul bu kadından. Bu kadın senin soyunu tüketecek. Öldür onu” sesleri gelmeye başladı.
Ne yaptığımı bilmiyordum. Üç harfliler söyledi, ben de yaptım. Yani ben mi yaptım, ne yaptım açıkçası onu da hatırlamıyorum.
***********///**********
#09N
Ve Ayşe
Bir gülesim geldi şimdi. Adamın ceset torbasına konmuş bedenim yanında ettiği lafa bakın “ben oğlumu almaya geldim” hey o bedene sahip çıksaydın, aldatmasaydın ben hala çocuğunu okuldan alan anne olacaktım bundan senin haberin var mı?
Allah’ım, bu adamın ki nasıl bir yüzsüzlük ki hiç utanmadan yüzü kızarmadan gözüne bir damla yaş kondurmadan benim yanımda beni bu hale hala yok sayabiliyor.
Yok, yok iyi yapmışım boşanmakla harbi adam olmazmış bu herif bundan baba da olmaz ya neyse kazandırmış bulundum bu sıfatı ona ben olmuş ile ölmüşe çare yok. Olmaz da ben yokum artık! Kendi kendime söyledim ya şimdi. Ölmüşe çare yok!
Ne güzel dünya bu ya. Nerde adalet? Yıllarca bir insana ada ömrünü, canım başkasını çekti deyip gitsin. Sen sudan çıkmış balık gibi yaşamaya çalış, ardından delinin teki gelsin seni seviyorum diye musallat olsun yaşamına.
Ve ardından da öl.
Ben bir şey anlamadım tüm bu olanlardan. Bir yerlerden başa sarma şansım var mı hayatımı. Sil baştan tekrar edemez miyiz?
Özellikle de biraz önce Allaha havale ettiğim kişi ile tanışma zamanıma dönsek.
Üniversite yıllarına. Çocuğumu bir başkasından doğurmuş olmayı ne çok isterdim. Şöyle analarımız babalarımız gibi ölüm bizi ayırıncaya kadar aile olarak kalabileceğim bir adamdan.
Tüm bu gürültü olurken çocuğumun yanımda olmaması büyük bir şans. Üstüme yağan kurşunlardan biri ona isabet etmiş olsaydı şayet işte ben asıl o zaman ölürdüm. Ruhum bedenimden çıkmadan böyle bir şey olmaması beni tek şükrettiren şey şu anda. Anne ölüler son saliseye kadar yavrularını kayırmaya devam ediyor demek ki.
Ne mi oldu? Ah siz insanoğlu ne kadar meraklısınız. Yaşarken kimse sizi merak etmez. E o zaman merak karşılığı ya sorumluluk içinde buluverirseniz birden kendinizi. Maazallah nelerle boğuşmak zorunda kalıverirsiniz. Aklınızdan benim şu anda hayat filmimin geçtiğinden daha hızlı bir akışla bir sürü şey geçiyordur eminim.
Bir de çocuklu bir kadın aman aman Allah düşman başına vermesin. Sıkıntısı derdi bitmez. Kapıyı açsanız bacanız elden gider. Kadın kocasını, çocuk çocuğunu kıskanır. Kıp kısır bir döngü içinde olan o çocuklu kadına olur. Maddi manevi bomba etkisi.
Hadi hiç ilişmedi kimseye yine de tasası havai fişek gibi patlar çevresine. Acaba biri var mı hayatında? Niye erken çıkıyor evden? Niye geç geliyor? A erken gelmiş acaba neden? Bak bak çocuğun ayakkabısını yenilemiş ayol bunun iki kuruş geliri var bu çeşmenin suyu nerden? Saçı değişmiş, hm!
Toplumsal magazin programı gibidir onları takip etmek ve laf üretme rekorunu elde etmek gayesi. Üstelik kadını erkeği, akrabası, tanıdığı, arkadaş bildiği her insan bunlar ile kısacık hayatlarının en değerli zamanlarını harcarlar.
Oysaki kadıncağız ki onlardan biri ben oluyorum. İşi ile evi arasında fiziksel, yetiştirmesi gereken ödemeleri ile beyinsel, evladı ile de ruhsal bir maratonun en hızlı koşucusu olarak toplumun en üretenlerindendir.
Millet kıçım ağrıyor başım ağrıyor diye dolaşırken kimseye müdane etmemek için gülümser ve şükreder.
Ama bu seferde hem cinslerinin nefretini karşı cinsinde ilgisini uyandırıverir. Evlilik akdinin sona ermesi nedeni ile nüfus cüzdanlarına bekâr yazmayı becerebilen ama beyinlerde ki medeni devrimi gerçekleştiremeyenler sebebi ile bir de bu kabir azabı başlar.
0Rh pozitif kan gibi algılanmalar. Bir de bu algının kendine anlam yüklemeli ego şişirmeli bir yönü vardır ki o zatlardan biri biraz önce üstüme kurşun yağdıran Ali.
Çocuklu bekâr kadınlara âşık, evlenme teklifi eden adamlar kendilerini bir anda süper kahraman gibi hissetmeye başlarlar. Kendi egoları ailelerin bakış açıları insanlığın “İ”sini taşımazken.
Kapalı kapılar ardında halka ile kutsanmış her türlü pisliklerine bakmazlar ama çocuklu bekâr kadınlara bakarlar hem de her şeye hazırmış gibi. Komik değil mi? Yok ama bunu söyleyemezsin söylemek için bu ceset torbasının içine girmem gerekiyormuş.
İşten çıktım. Şehrin o her zaman ki anlamsız trafiği ile mücadele ederek oturduğum semte ulaştım. Evladım kırtasiyeden bir şeyler istemişti. Onları almak üzere dükkâna giriyordum ki Ali geldi yanıma.
“Evlen benimle, seni çok seviyorum” dedi. “Hayır, istemiyorum, daha önce de söylemiştim istemediğimi bir daha beni rahatsız etme” dedim.
Son e harfi ile aynı zamanda oldu sanırım. Nereden çıktığını anlamadığım silahı gördüm bana doğrulttu. Sonra kuşlar sustu, araba sesleri sustu, insanlar sustu, silah konuştu. Yere düşerken ne görmüştüm hatırlamıyorum ama evladıma hasret düşecek bir düşüştü bu.
Nasıl bir sevgiydi “Ali beni sev-me” diyebilir miydim? Demiş miydim bilmiyorum.
Öldüren bir sevgi sevgi miydi?
Ve Ali
Ayşe hep bir telaşla geçerdi caddeden. Sanki yetişmesi gereken bir yer varda ağırlaştırılmış bir koşuda gibi yürürdü. O koşturma içerisinde parmağında yüzük var mı yok mu uzun süre çözmeye çalıştım.
Tabi o uzun sürede aynı fırından ekmek aldığını da keşfetmiştim. Uzaktan geldiğini gördüğüm bir gün ben de fırına yöneldim. O da tahmin ettiğim gibi geldi. Yine telaşla çantasından para çıkarıp hiç sağa sola bakmadan parasını ödeyip ekmek poşetini kaptığı gibi yoluna devam etti.
Parmağında nikâh yüzüğü yoktu. Yani bekârdı. Bazı zamanlar yanında bir çocuk olurdu. Özellikle hafta sonları markete falan giderlerdi.
Çocuklu bekâr bir kadın olduğunu çözdüğümde biraz hayal kırıklığına uğradım. Arkadaşlarım ile paylaştığımda oğlum eğlencene bak sonra basar gidersin dedi. Öyle hikâyeler anlatıyorlardı ki. Sanki tüm çocuklu bekâr kadınlar bekâr erkeklerin eğreti geliniymiş gibi.
Başlangıçta ben de bir heves dinliyor ancak ne zaman Ayşe’yi görsem bu kadar koşturması olan bir kadının sokakları dolduran ve tüm günü mağazalarda çaput peşinde dolaşan tek bir fabrika üretiminden çıkmış genç kızlardan daha erkek olmasına akıl erdiremez buluyordum.
Ne saçı ne makyajı ne de giyimi öyle aman aman bir davetkârlık içermiyordu. Yürürken sağa sola da bakınmıyordu.
Değil fantezi deryasından birini hatta en masumunu gerçekleştirmeyi cesaret edip yanına bile yaklaşamıyordum. Üstelik onu takip edeyim derken farkında olmadan tutku ile bağlanmaya başlamıştım.
Hemen hemen her gün aynı şeyleri yapıyordu. Bu benim için iyi bir fırsat doğurabilirdi.
Bu arada da arkadaşlarım bana takılıyor ne yaptın ne ettin diye sorguluyorlardı. Onları da tersler hale gelmiştim. Sizin de ananız bacınız var bir de Müslümanım diyorsunuz günah dediğimde ooh bizim oğlan yularları kaptırmış geyiği dönmeye başlıyordu.
Bir gün tüm cesaretimi toplayıp yanına yaklaştım ve affedersiniz sizinle bir şey konuşmam lazım dedim. Dövecekmiş gibi bir tavırla bakışları ile ne istiyorsun der gibi baktı bana. O an yüreğim yerinden fırlayacaktı. Anladım ki ben bu gözlere bakarak ölene kadar yaşayabilirdim.
Kendisini tanımak istediğimi söyler söylemez “Hayır” cevabı suratıma tokat gibi patladı.
Artık Ayşe nin gözleri ile uyuyor ve uyanıyordum. Benim olmalıydı. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum yine dikildim karşısına sadece Benimle evlenir misin? Diye sordum. Ama azarlanmaktan nasibimi alarak yolun ortasında öylece yeni bir “Hayır” cevabı alıverdim.
Oysaki halim vaktim yerindeydi, hiç evlenmemiştim. Ve onu çok seviyordum. Ben bunu hak etmiyordum.
Arkadaşlarım sana Hayır diyorsa vardır bunun bir oynaşı falan demeye başladılar. Hepsini benzettim böyle konuştukları için ama kurt düşmüştü yüreğime. Ya bir başkası varsa. Ya Ayşe başkasına bakıyorsa.
Sevgim ile yüceltmek uçurmak istiyordum onu ve bu sevgi Hayır cevabını bir daha kaldıramazdı. Kararlıydım onu ikna etmeye ya da ya da tek taraflı ama sonsuza kadar benim kılmaya.
Ayşe ne olurdun beni sevseydin. Ben onu seviyordum. O’da beni sevseydi böyle olmazdı.
foto: Pixabay