Ahmet o gece el ayak çekildikten sonra bahçe kapısına gitmiş ve evin ışıklarının yanmadığını görmüştü. Başını kaldırıp annesinin yatak odasına uzun uzun baktı. Annesiyle daha önce konuşmuştu. Evde yabancı birileri varsa veya içeriye girmesi sakıncalıysa annesi odadaki gece lambasını yakarak pencere kenarına koyacaktı.
Burası bahçe içinde iki katlı bir evdi. Ahmet uzun zamandır görmediği evinin bahçesindeki devasa kiraz ağacına bakarken gözyaşlarını tutamıyordu. Çocukluğunda küçücük bir fidanken şimdi yaşlı bir ağaç olmuştu.
Kendi kendine söylenmeye başladı. “Ahmet sen de yaşlandın artık. Hem de öyle bir yaşlandın ki bu gördüğün ağaç senden daha şanslı. Kaçma/kovalanma derdi yok. Açlık susuzluk, mekân sorunu yok!”
Çocukluğunda ne kadar çok ağaçlardan düşmüşlüğü vardı. O nedenle kafası dikişlerle dolu olduğu için en çok saçlarının sıfıra vurulmasından rahatsız olmuştu.
Okulda saçları biraz uzun olsa kafasının bir bölümüne ustura vurup arazide yol açar gibi keserlerdi. O zaman tamamen kesilsin diye berbere gitmek zorunda kalırdı.
Cezaevinde de saçları kazınmıştı. Aynaya baktığında saç, sakal ve bıyıksız tanınmayacak hale gelmişti. Keza uzun süre yoklama kaçağı iken yakalandığında askerde kafasını kanatırcasına kazımışlardı. Ne kadar uğraştıysa da yaraları geçmemişti.
Şimdi saçları uzundu. Annesi saçlarını görünce ne diyecekti acaba… Uzun süre sarılıp koklayacak mıydı?
Anneler evlatlarının kokusunu hiç unutmazlarmış. Annem benim kokumu unutmuş mudur? Çocuk sever gibi sevecek miydi?
Kafasında binbir düşüncelere dalmış gitmişti. Midesinde acı bir kasılma hissedince kendisine geldi. Üç gündür yemek yemediğini anımsadı.
Bahçe kapısını yavaşça açarak kiraz ağacının dibine geldi. Tırmanacak gücünün kalmadığını bildiği halde tüm gücünü kollarına toplayarak tabana en yakın dala tutunarak kendisini yukarıya çekti. Daldan dala ilerleyerek pencereye vardığında eliyle camı hafifçe tıklattı.
Annesi normalde bu saatlerde uyurdu. Bilirsiniz çocuklarının özlemini çeken annelerin uykusu hafif olur.
Pencereyi ilk tıklattığında bir hışırtı duydu. Annesinin gölgesi cama yansıyordu. Pencereyi açar açmaz yavaşça içeriye süzüldü. Ana oğul kucaklaştılar. Ahmet’in eli annesinin sırtına dokunduğunda sanki hiç et yokmuş gibi kemiklerini hissediyordu. Çok zayıflamıştı.
Anne titrek bir sesle “ahhhhh oğul… İyi ki geldin. Seni o kadar çok bekledim ki.”
Ahmet de ağlıyordu. Yüzünü anasının yüzüne dayamış gözyaşlarını akıtıyordu. Kafası çok karışıktı. Annesine gerçeği nasıl açıklayacaktı. Bu eve son bir kez vedalaşmak için geldiğini nasıl anlatabilirdi.
Odada bir de kanepe vardı. Annesinin elinden tutarak oturttuktan sonra kendisi de yanına oturmuş, yarı karanlık ortamda annesinin yüzünü inceliyordu.
Acıyla sevincin karıştığı bir yüz ifadesiydi. Kimbilir bu anı kaç kez hayal etmişlerdi.
Annesi biraz toparlandıktan sonra “aç mısın yavrum?” diye sordu. Ahmet kafasını sallayarak sorunu yanıtladı. Anne aceleyle alt kattaki mutfağa inerek tepsi içinde yiyecek getirdi.
Ahmet buraya gelmeden önce aç olduğunu hissetmesine rağmen o anda açlık, susuzluktan eser kalmamıştı.
Tepside yufka ekmeği, tulum peyniri, yeşil zeytin vardı. Ahmet dürüm yaparak bir kez ısırdı fakat yutamıyordu. Günlerdir boğazından lokma geçmediği belliydi. Bir yudum su aldıysa da onu bile içemiyordu.
Annesine bir şey belli etmek istemiyordu. Tok olduğu hissini yaratmak istiyordu. Birkaç yudum suyla birlikte birkaç lokma yedi.
Odada derin bir sessizlik vardı. Annesi yalnızdı çünkü babasına bu yörede kimse iş vermeyince Çaycuma’ya maden ocağına çalışmaya gitmişti. Küçük kardeşleri odalarında uyuyorlardı. Ahmet’in onlara görünmemesi gerekiyordu. Okulda konuşabilirlerdi.
Annesine derin derin bakarak bir nefes aldı ve içinde tutarak “Ana ben seninle vedalaşmaya geldim. Buralarda aranıyorum. Her an yakalanabilirim. İsviçre’ye gideceğim.” dedi.
Annesi bükük bedenini doğrultarak oğluna baktı ve “nereye gidersen git. Yeter ki senin yaşadığını bileyim. Kısmetimiz bu kadarmış. Eskiler ‘gidip de dönmemek var. Dönüp de bulmamak var’ diyorlarsa desinler. Sen bu topraklara gelinceye kadar beklerim. O zamana kadar ölmeyeceğim.”
Hiç konuşmadan birbirlerine sarıldılar. Ahmet annesinin o güzel kokusunu içine çekiyordu. Zaman durmuş gibiydi. Bu evde daha fazla kalmak tehlikeliydi çünkü gün ağarmak üzereydi.
Ahmet yerinden kalkarak yan odadaki kardeşlerine uzun uzun baktı. İçinden vedalaştı. Beraber alt kata indiler ve ışığı yakmadan hafifçe kapıyı açarak dışarıya süzüldü. Birkaç adım atarak bahçe kapısına vardığında arkasında su sesi duydu. Dönüp baktığında annesinin elinde metal bir kap gördü. Gülümsedi ve elini kaldırarak veda etti.
………………………………………
Dün gece 40 yıl sonra Ahmet’in telefonu acı acı çalıyordu. Gecenin bu saatinde kimse aramazdı. Türkiye’den aranıyordu. Endişeyle açtı ve kardeşinin sesini duydu. “Ağabey babamı kaybettik. Yarın toprağa vereceğiz. Annem senin sesini duymak istiyor.”
Akabinde ahizeden acı bir ses yükseldi. “Oğlummm baban bizi terk etti ama ben seni beklemeden ölmeyeceğim.”
Baba 82, anne ise 85 yaşındalardı. Kırk yıldır yüzlerini görmemişti. Maden ocağından sağ çıkan babası oğlunun özlemine daha fazla dayanamamıştı.
Ahmet şok olmuştu. Telefon elinden kayıp düştü. Kendisi de çalışma masasının koltuğuna yığılıp kalmıştı. Kalp ilaçlarını alarak bir süre rahatlamaya çalışıyordu. Yol arkadaşı Natalie bir elini elinden tutarak diğer eliyle yüreğine bastırdı ve kendi diliyle “ne me quitte pas” yani “beni bırakma!” diyordu.
Biraz sakinleştikten sonra gece saat 3 30 da babası için şiir yazdı ve sosyal medya’da paylaştı. Yatağına uzandı ve hiç uyumadan orada sabahladı.
Sabah erken saatlerde Ahmet’i telefonla aradım. Açmayınca iyice endişelendim. Bir kez daha arayarak rahatsız etmek de istemiyordum.
“Ablammm, şimdi biz Natalie’yle birlikte hastaneden dönüyoruz. İlk müdahaleyi yaptılar. Beni merak etme. Bir gün mutlaka topraklarıma geri döneceğim.”
“Ne nous quitte pas Ahmet!” (bizi bırakma Ahmet!) dedim.
Foto: Pixabay / İsakarakus