Her zaman gelmesine alıştığımız yerden gelmeyecekti…
Birçok güzelliğinin yanında, can ve cep yakan sorunlarla gelecekti gelmesine de… bu kez Balkanlar üzerinden değil, Sibirya tarafından beklenen kar yağışı saatlerdir teşrif etmiyordu.
Fabrikada iş çıkış saati yaklaştıkça, Tuncay gerilmeye başlamıştı. Böyle bir havada, düşmesi an meselesi olan kar taneciklerini, pijama terlik kombinasyonunda evinin penceresinden seyretmek istese de artık çok geçti. O, Amerikalı misafirleri akşam yemeğine götüreceğine dair patronuna istemeden de olsa söz vermiş, tatlı mı yoksa acı mı olduğu henüz belli olmayan bir belayı başına sarmıştı.
Evinde bir başına düşlediği müthiş (!) konfordan fedakarlık yapmak mesele değildi de böylesine tutucu bir şehirde… üstelik ramazan ayında… bu coğrafyaya ait olmadığı ilk bakışta anlaşılan iki kadınla doksanlı yılların başında nereye gidebilir, başına iş almadan nerede yemek yiyebilirdi?
Biri Meksika, bir diğeri Dominik kökenli de olsa sonuçta iki Amerikalı kadınla yola çıktığında, kendinden emin mihmandar pozlarıyla misafirlerine güven veriyordu ama meraklı bakışların insanı sürekli sorgulanıyormuş gibi hissettirdiği bu şehirde hala nereye gideceğini bilmiyordu.
Şehirden bir hayli uzaktaki göl kıyısında çok nadir gittiği lokanta aklına geldiğinde, tam ters yolda nazlı nazlı sürdüğü arabanın istikametini hiç tereddüt etmeden geri çevirdi.
Lokantadan içeri girdiklerinde, mekanın beklediğinden kalabalık olduğunu görse de Tuncay hiç oralı olmamış, garson da onu ve misafirlerini gözden en uzaktaki bir masaya oturtmuştu.
Yemekler söylenmiş, misafirlerin içmek istediği şarap ısmarlanmıştı, lakin… siparişi alan garson uzun bir zamandır ortalıkta gözükmüyordu. Masada, bir sepet ekmek ve sıvı yağın içinde yüzen üç beş zeytinden başka hiç bir şey yoktu. Misafirleri de O da tedirgin olmuştu. Kalkıp mekanın kasasında oturan patrona, misafirlerinin “yabancı” olduğunu ve biraz daha hızlı olunup ilgi gösterilmesini rica etti.
Adam da son derece kibardı: “Lokantada yemek yiyen insanların yemeklerini bitirip gitmelerini bekliyoruz. İnsanlar kalkmaya başladı, biraz tenhalaşınca servis yapacağız efendim!” dedi.
Tuncay, azçok tanıdığı bu adamla tartışmamak için kendini zor tutup yerine döndükten bir kaç dakika sonra yemekler gelmişti. Şarap ortalarda yoktu. Sert bir dille garsonu uyardıktan sonra, kutsal kitapta bahsi geçen içecek de nihayet gelmişti.
Misafirler şaraplarını, o suyunu yudumlarken, sohbet; üretim, siyaset, ülkelerin benzerlikleri minvalinde gittikçe derinleşiyordu. Bir yandan da tipi şeklinde başlayan kar yağışını seyredip, ortamın keyfini çıkartıyorlardı.
Bir müddet sonra, sohbetlerinin sesini bastıran bir tartışmayı anlayabilmek için, üçü birden gürültünün geldiği yere döndüler. Kasadaki kibar adamla, biri kadın üç kişi hareretli bir şekilde tartışıyordu. Tuncay, gurubun kendilerine bakarak tartışmasından konuyu anlamıştı. Yerinden kalkıp, misafirlerini daha da tedirgin eden bir kararla kasaya doğru yürüdü. Tartışan gurup da susmuş ona bakıyorlardu. O, sakin ve bir o kadar da nezaketle konuya dahil oldu:
“Hassasiyetinizi anlıyorum. Misafirlerim Amerikali ve burası içkili bir lokanta. Dün burada içki içiliyordu, bugün bizler içmesek de ‘yabancılar’ içiyor. Bundan niye rahatsız oldunuz?”
Adamlardan en bıçkını, meşrebince hemen konuya daldı;
“İçemezler kardeşim, benim iftar açtığım yerde içki içemezler. Al misafirlerini git başka yerde ziftlen!”
Tuncay cevap vermeden, kasadaki adam hışımla konuya dahil olmuştu;
“İbrahim, daha geçen hafta kafa çekiyordun burada, kimin mekanından kimi kovuyorsun? Ya sakin sakin otur, ya da sen git kardeşim. Ayıp değil mi ya? Misafir onlar, misafir. Hem Müslüman bile değiller. Yakışıyor mu?”
Konu uzadıkça uzasa da en sonunda mekan sahibinin dediği olmuş, o gurup lokantadan çıkmıştı. Lakin bir kere işin tadı kaçmıştı. Misafirler ne olduğunu anlamak için sürekli sorular soruyor, Tuncay, onlara konuyla hiç alakası olmayan şeyler anlatıyordu.
Kısa bir süre sonra, mekan sahibi yanlarına gelip işlerin tatsızlaşıp büyüyebileceğini ve artık kalkmaları gerektiğini yine kibarca ifade etmişti. Hesap almak istememiş, Tuncay zorla parayı ödemişti. Ayaklanır gibi olmuşlardı ki, silah sesleri ve kırılan cam sesleri misafirlerin çığlıklarıyla ayyuka çıkmıştı.
Yoldan geçen ve içinde kimlerin olduğu çok da sürpriz olmayan bir arabadan dört beş el ateş açılmıştı. Kurşunlar kimseye isabet etmese de yarattığı kargaşa ve korku herkese yetmişti. Misafirleri alelacele arabaya bindiren Tuncay, mekan sahibinin de ricasıyla oradan ayrılmıştı.
Arabada ilk konuşan Rocio olmuştu;
“Burası aynı Meksika, çok eğlendim. Kendimi ana vatanımda gibi hissediyorum.”
Üçü birden gülseler de Tuncay, olayı düşündükçe kafayı yemek üzereydi.
“İnancın, ibadetin, kişinin kendisi ve kutsalıyla ilgili olduğunu… herkesin çevresinde yaşanana saygı göstermesinin gerekliliği kadar, kimseyi de inancımıza ve ibadetimize, hatta bu konudaki duruşumuza ortak edemeyeceğimizi insanlar ne zaman anlayacaktı?
‘Ben yemiyorsam sen de yemiyeceksin, ben içmiyorsam sen de içmeyeceksin, ben nasıl hissediyor ve nasıl yaşıyorsam sen de öyle duyumsayıp öyle yaşayacaksın!’ mantığının elle tutulur ve kabul edilebilir ne yanı vardı?
Bazı tahta kafaların, kendisi gibi düşünmeyen ve davranmayan insanlara; söz, sopa, ya da kurşunla saldırmaya ne hakkı vardı? Bu ilkellik, bu bağnazlık, bu aymazlık bir gün bitecek miydi?
Üniversitelerde oruç tutmayan öğrencileri kovalamak, yolda sigara içiyor diye birilerini yumruklamak, İETT otobüsünde namaz kılmakla… oruçlu olduğu için bağıra çağıra istisnasız herkesten hassasiyet ve saygı beklemek ne yaman çelişkiydi.
İnancı şova dönüştürmenin kime ne yararı vardı? Yemek yiyenleri dövdüğünde, içki içenleri öldürdüğünde, evinde ya da camide değil de sokak ortasında namaz kıldığında, Tanrı insana sevap üstüne sevap mı yazıyordu?
Tuncay bunları düşünürken, kar altındaki yolları büyük bir dikkatle geçip misafirlerin kalacağı otele ulaşmışlardı. Ertesi gün görüşmek üzere vedalaşıp tekrar yola çıktığında evine 45 kilometreden fazla bir mesafe vardı. Aklı hala o olaydaydı…
Evine giden yolu yarılamıştı ki, hiç araç geçmeyen yolun ortasında cam gibi parlayan iki göz gördü. Aracını çok yavaş sürmenin rahatlığı ile patili dosta çarpmamak için frene bastı. Araç buz tutmuş yolda dönmeye başladı. Nasıl olsa bir yere dokunup duracaktı. Tuncay ve araba döndü, döndü, döndü… Bir arabanın zar zor sığacağı yolun kenarındaki boşluktan dere yatağına doğru takla atmaya başladı.
Lastikler yukarıda, tavan yerde, tüm camlar kırık, aracın içinden akan derenin serinliğinde, emniyet kemerini açıp yüzerek dışarıya çıktı. Derenin üstüne tırmanıp kendini karların üstüne bıraktı.
Tuncay son derece emindi…
Her birinin diğerinden farklı, her birinin birbirinden muhteşem olduğunu… körüklü fotoğraf makinesine bağladığı mikroskop aracılığıyla 1800 lü yıllarda ispat eden Wilson Bentley bile böyle bir manzarayı görmemişti.
Muhteşem kristaller, geceyi aydınlatan ayın güzelliğinde Tuncay’ın üzerinde harikulade danslarını sonlandırıyorlardı.
Vücudunun titremesine engel olamasa da bir yandan gülüyor, bir yandan da mırıldanıyordu;
“Ne gece be! Ne gece…”
Günaydın…
Sağlıklı ve bol güneşli bir hafta diliyorum.
Kenan Çığır
04.04.2022
Antalya