“Aslında gökyüzü hep bulutluydu, / Biz maviliğine inandık.”
O yıl Datça’ya ilk gidişimdi. Bundan 10 yıl önce Datça’nın tertemiz olduğu, insan ayağının çok fazla kirletmediği dönemlerdi. Sahilde mavi renkli bayrak vardı. Deniz suyunu bardağa koyup içebilirdiniz. O denli güzeldi.
Bulvar boyunca sağlı sollu zeytin ağaçları ve nar ağaçlarının dallarında narlar… Çatladı, çatlayacak.
Datça’nın göbeğinde Datça’yı simgeleyen hurma ağacının etrafı demir kafesle korumaya alınmamıştı. Sevgi yolunu başında şehrin yer altı sularını çektiği için günah keçisi ilan edilerek kesilen okaliptüs ağaçları eşsiz güzellikteydiler.
Gündüzleri ne kadar sıcak olursa olsun akşamüzeri denizden gelen esinti harikaydı. Sabah saatlerinde Mavi Cafe’de harika bir kahvaltı yaptıktan sonra öğle saatlerinde hazır olacak olan kalacağım mekân için telefon ettim. Burası ana caddenin ilerisinde hafif bir rampayı çıktıktan sonra otantik bir binaydı. Değişik bir mimarisi vardı. Bu siteyi Mardin doğumlu Süryani bir müteahhit inşa etmişti. Sitenin girişinde taş oymalı bir kabartma resim bulunmaktaydı. Asil Evler…
Öğle saatlerinde Asil Evler’in teras katında kahvemi içiyordum. Deniz manzaralıydı. Sağ tarafta ilerde anfi tiyatro salonundan müzik sesleri yükseliyordu. Deniz çarşaf gibi sakin ve sessizdi. Gözlerimi kapatarak doğanın senfonisini dinliyordum. Apartmanın geniş bahçesinde kuşlar cıvıldıyordu.
O sırada bir köpek havlaması duydum ve gözlerimi açtım. Kaldığım yerin ön tarafında bir mavi panjurlu bina vardı. Bu binanın yan tarafında bir de arka bahçesinde kapı vardı. Son derece iriyarı bir kurt köpeği bana bakıyordu. Bahçeye bakan kapıdan kısa boylu, balık etli, Datçalılar tarafından “akça pakça” diye tarif edilen bir kadın çıkarak köpeği sakinleştirdi. Köpek ise sakinleşmek istemiyordu. Nedense bir olaydan kaynaklı olarak tedirgin olmuştu.
Kadına seslendim. Konuştuk fakat kadın tedirgin ve çok yavaş sesle konuşuyordu. Sözlerini belli belirsiz duyabiliyordum. Duyamadıklarımı da dudak okuyarak çözüyordum. Nedenini daha sonra öğrenecektim. Oğlu uyuyormuş, uyandırmamak için böyle sessizdi. Bu köpeği de oğlu getirtmişti. Annenin gücü köpeği gezdirmeye yetmiyor, o nedenle bakımı ve eğitimi konusunda oldukça zorlanıyordu. Gezdirmeye çıkartamadığı için köpek saldırgandı.
Köpeğin ismi Carberus’tu. Sanırım cehennemin kapısını beklediği rivayet edilen köpeğin ismini almıştı…
O günün akşamı yol yorgunu olduğum için yemek pişirmek istememiş, meşhur Karadeniz balıkçısından yemek göndermelerini rica etmiştim. Yemeğim biraz fazla olsun istemiştim. Çünkü Carberus’un sahibinden rica ederek akşam yemeğimi bölüşecektim. Motosikletli genç bizim apartmana geldiğinde yemeğimin yarısını isminin Feride olduğunu öğrendiğim hanımın kapısına göndertmiştim. Kadına kapıya çıktı bana tebessüm ederek bu yemeği Carberus’a veremeyeceğini, oğlunun bu duruma izin vermediğini söylediğinde; şaşırma sırası bendeydi. Yine de ısrarcı olmadım. Kadıncağız yemeği geri çevirmedi, yemek paketini alarak içeriye girdi. Teşekkür bile etmemişti lakin benim için teşekkür etmesi hiç de önemli değildi.
Datça, kedilerin ve köpeklerin cennetidir. İnsanlar sokak kedilerini çok severler. Neredeyse her evde kedi vardır.
O gece tam uykuya dalacağım saatlerde Carberus yüksek frekansta havlııyor, Feride hanım susturamıyordu. İçeriden 24 – 25 yaşlarında bir erkek çıkarak annesini azarlamaya başlamıştı. Annesi telaşla oğlunu sakinleştirmeye çalışıyordu. “Abe, kurbanın olam. Sen sakin ol. Ben susturam köpeği” diyerek adeta oğluna yalvarıyordu. Diğer yandan kadının tir tir titremesi de dikkatimi çekmişti. Kendi kendime “bu işte bir iş var, dur bakalım ne olacak” diyerek içeriye girdim ve uyudum.
Ertesi sabah derin bir sessizlik vardı. Komşulardan ses soluk çıkmıyordu. Yaklaşık yarım saat sonra tüm sevimsizlik maskesini takmış olan Feride hanımın oğlu çıktı. Bana sert bir bakış fırlatarak köpeği iteleye iteleye bahçeden çıkarttı, ana caddeye indiler ve gözden kayboldular.
Ben de eve kişisel eşyalarımı yerleştirerek sırt çantamı hazırlayıp çıkmak üzereyken Carberus ve sahibi Levent evlerine dönmüşlerdi. Levent kapı ziline birkaç kez basmış, kapı açılmamıştı. Nevrotik genç kapıyı yumruklamaktan vaz geçmiş tekmelemeye başlamıştı. Ben köşeyi dönerken kadın kapıyı açıyordu. Oğlu annesini hem itekliyor hem de ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. Geri döndüm. Gencin arkası, kadının yüzü bana dönüktü. Sol elini kaldırarak bana “gelme yanımıza” der gibi işaret edince olayın vehametini anlamakta gecikmemiştim. Çocuğunu sakinleştirerek içeriye aldı. Kapı gürültüyle kapandı ve ben de yoluma devam ettim.
Sonraki günler arızasız geçmiyordu. Ya köpek olay çıkartıyordu ya da Levent isimli genç. Gürültü, patırtı ve sakin – sessiz annesi. Bir de babası vardı ki onu çok nadir görürdük. Çok çalışır fazla mesaiye kaldığı için evine geç saatlerde bazen de gece boyunca çalışarak sabah geldiği de oluyordu.
Levent’in antipatik davranışından ilaç tedavisi gördüğünü anlamıştım. Acaba bu gencin içtiği ilacın uyuşturucu etkisi geçince annesini hırpalıyormuydu? Bu olumsuz düşünceleri kafamdan silerek günlük rutin işlerimi yapmaya koyulmuştum.
Yine bir gün öğle saatlerinde evin içinde adeta savaş kopmuş gibiydi. Bağırış, çağırış had safhadaydı. Feride hanımın çığlığı dayanılacak gibi değildi. Bahçenin girişindeki demir kapı kapalıydı, komşularla birlikte içeriye giremedik. Çığlıklar bitinceye kadar orada bekledik. Çaresizce evimize döndük.
O günün ve gecenin ertesindeki sabah öğleye doğru anne Feride hanım kafası sarılı bir eli belinde zar zor yürüyerek bahçedeki köpek kulübesinin kapısını açarak Carberus’a yemeğini veriyordu. Zavallı kadının kolu, kanadı kırılmıştı.
Levent kimdi?
Levent, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünde başarılı bir öğrenciyken okulda demokratik haklarını almak için düzenlenen boykot eylemine katılmış ve ilk gün gözaltına alınmıştı. Levent daha önce sporla uğraştığı için sportif bedenini gören savcı tutuklanma kararı vermiş ailesi tüm aramalara rağmen oğullarının izini bulamamıştı.
Günler, haftaları, haftalar ayları kovalarken bir sabah vakti oğulları eve dönmüştü. Bu Levent, eski Levent değildi. Konuşmuyor, yemek yemiyor, uyku uyumuyordu.
Ailesi bin bir güçlükle oğullarını Muğla Devlet Hastanesine götürdüklerinde Levent bir süre klinikte yatırıldığı halde tedaviye yanıt vermediği gibi hastanede krize girmiş olay çıkartmış ve oradan kaçmış, evine gelmişti. Artık okula gitmeyecekti. O günden sonra aile kırmızı reçeteyle tanışmıştı. Artık bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ben Datça’da tam olarak 1 ay kalmıştım. Artık geriye dönecektim. O gece erkenden uyumak için odama geçmiş, yatağıma girmiştim ki; korkunç bir sesle irkildim. Evden kadın çığlıkları geliyordu. Oğlu Levent annesine “seni öldüreceğim bre kadın” diye bağırıyordu. Kadın oğluna habire “etme oğlum, gurbanın olam, kıyma bana” yalvarıyordu.
Ne kadar zaman geçtiğini anımsamıyorum. Sesler kesilmiyordu. Dış kapıya birisi geldi. Anahtarla kapıyı açarak içeriye girdi. Bu kişi babalarıydı.
İçeriden bir el silah sesi geldi. Akabinde derin bir sessizlik…
Komşular ilk yardım ekibini aramışlardı. Ambulans geldi. Levent’in cansız bedenini sedyeye yatırarak götürdüler. Polis ekibi ellerine kelepçe vurdukları babasını alıp gittiler.
Feride hanım arkalarından bakakalmıştı.
Olay sonrasında bilgilendiğimiz üzere baba evine geldiğinde oğlu annesini öldüresiye dövmekteymiş. Tüm engellemelerine rağmen Levent’e engel olamayınca oğlunun gözünü korkutmak için yatak odasındaki silahını alarak salona gelmiş silahı oğluna doğrultmuş, o sırada oğlu elindeki silahı almak için boğuşmaya başlamışlar derken silah patlamış. Oğlu kanlar içinde yere yuvarlanmış.
Tam olarak 1 hafta boyunca evden çıkmadı kadın. Bir sabah kocaman bir kamyon yanaştı evin eşyasını yükletti ve eşinin sevk edildiği hapishanenin yakınında bir eve taşınacağını söyleyerek bizimle vedalaştı.
Oğlunu mezara, eşini hapishaneye koymuşlardı. Carberus’u tasmasından tutarak kaçar gibi uzaklaşmıştı.
O günden sonra Feride hanımı bir daha hiç kimse göremedi. Evleri bir süre boş kaldı. Çok sonraları bu durumu bilmeyen yabancı bir aile satın alarak taşındılar.