Çocuklarımız… Hamurlarını şekillendirme görevini üstlendiğimiz, gözümüzden bile sakındığımız o değerli varlıklar… Ebeveynlerinin gölgesinde hep güçlü, hep güvendedirler. Attıkları her adımda, düşüp incinmelerinden korkar, yanlarında olmak isteriz. Hatta bazen bunu öylesine abartırız ki, yavrucaklar soluksuz kalır. Korkularımız uğruna, sonuçlarını düşünmeden, yaşıtlarıyla oyun oynama haklarını bile ellerinden alırız.
Yıllar boyu oğlumun sokakta oynamasına izin vermedim. Bunun nedeni ona karşı duyduğum aşırı sevgi ve koruma hissiydi. Benden uzakta, başına korkunç şeyler gelebilirdi. Ne yazık ki insanlar korkularını yaşarlar. Her ne kadar üzerine titresem de oğlum, yasağı delmenin bir yolunu buldu. Üstelik o gün, dışarıda fener alayı kutlamaları vardı. Yanmakta olan bir ateşin üzerinden atlamaya çalışırken, içine düşüp kendini yaktı.
Elime geçen kozu hiç vakit kaybetmeden kullanmaya çalıştım:
“Şimdi seni neden sokağa bırakmadığımı anladın mı?” dedim.
Oğlumun cevabıysa düşündürücü oldu:
“Ne olursa olsun, bugün benim için çok özeldi. Hayatımda ilk kez fener alayına katıldım.”
“Ama oğlum, kendini yaktın!” dedim endişe içerisinde.
“Olsun!”, dedi oğlum. “Ateşten atlamamam gerektiğini öğrendim.”
Temkinli olmak, hastalık haline gelmediği sürece, insan hayatında koruyucu bir rol oynar. Ama bizi toplumdan dışlıyor, korkak ve zayıf bireyler yapıyorsa, biraz durup düşünmek gerek.
Çocuklarımızı bir sırça köşk içine hapsedip dış dünyadan soyutlayarak, belli bir süre için korumuş oluyoruz. Onların er ya da geç, gerçek yaşamla yüz yüze gelmek zorunda olduklarını düşünemiyoruz. Gösterdiğimiz aşırı özen sonucunda, hayat deneyimlerinden yoksun büyüyorlar. Böylece, gençlikleri ya da yetişkinlikleri gecikmiş bir çocukluk dönemine dönüşüyor.
Leo Buscaglia bu konuda der ki, “Burada en tehlikeli hareket şekli, çocukları deneyimden ve acı çekmekten korumaya girişmek olur… Ana babaların bu dönemde temel rolü, yeterli yara sargı bez ve gereci ile çocuğun yakınında bulunmalarıdır.”
En sağlam öğrenme yaşayarak gerçekleşir. Çocuk üzerinde yapacağımız hiçbir tembih ve telkin deneyim kadar etkili olamaz. O halde, gelişimlerine katkıda bulunmak adına, bir takım riskleri göze almak zorundayız.
Risk alabilmek yaşamın sürmesi adına her zaman gereklidir. Çünkü hayat riskler üzerine kurulmuş hassas bir dengeden ibarettir. Güneş sistemini düşünün… Dünyanın, ya da diğer gezegenlerin güneş sistemindeki konumunu… Milimetrik bir sapma tüm düzeni alt üst etmeye yeter de artar bile.
Susanna Tamaro, Anima Mundi isimli kitabında şöyle der: “Yerinde duran yanlış yapmaz. Ama yerinde duran ölmüş de sayılır.” Ve devam eder: “Ben bilge değilim, hiçbir zaman da olmadım. Benim elementim quartz değil, cıva. Yerinde duramayan, hareketli, ateşli bir madde… Yazgısı her zaman düzensizlik içerisinde sürekli devinmek olan canlı gümüş…”
Başarılı insanların hayat hikâyelerini incelediğimizde hepsinin çıkış noktasının aynı olduğunu görürüz. Onlar, bir yerlere gelebilmek için çok büyük risklere girmiş, bütün güçlerini ortaya koyarak zorlukların üzerine gitmeyi ilke edinmişlerdir.
Risk alamayanların yaşamı, uğruna büyük bedeller ödenen o çarpıcı renkten yoksundur. Hayatlarının kontrolünü ellerinde tutmaya çalışırken hayallerinin birer birer uçup gitmesine seyirci kalırlar.
Yazımı La Edri’nin sözleriyle bitirmek istiyorum. “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez.”
Korkularımızı bir kenara atıp, geleceğe güvenle bakan, güçlü kollarla değil, güçlü yüreklerle sahip çıktığımız, cesur bireyler yetiştirmeye ne dersiniz?