3.3 C
Almanya
Salı, Kasım 19, 2024

Yadırgı Aygün Öğretmen – Züleyha Akın

Uzun yıllar önce Çorum ilinin Sungurlu ilçesinde bir alevi köyünde yakın arkadaşım vardı. Arkadaşım, tek başına yaşayan genç ve idealist köy öğretmeni genç bir kızdı. Okuldan mezun olur olmaz atanmıştı. Çok heyecanlıydı. Hiç bilmediği bir köyde öğretmenlik yapmak kendisine nasıl deneyimler kazandıracak bilemiyordu.

1978’li yıllar… O yıllarda kimse kimseye dinini, mezhebini v.s. sini sormazdı. İnsan mıydı, değil miydi, sorun buydu.

Arkadaşımın atandığı köy Alevi köyüydü. Kimseden kötülük görmeyecek, herhangi bir olumsuzluk yaşamayacaktı. Yaşamayacaktı da çok mu rahat edecekti bilinmezdi.

Birisi tepeleme kitap dolu, diğerinde giysileri olan iki valiz ve bir de babasının ölmeden bir süre önce aldığı sıcak su termosuyla Ankara Şehirlerarası otobüs terminalinden Sungurluya doğru yola çıktığında yüreği kıpır kıpırdı. İlk kez bir köye gidecek belki de uzun yıllar yaşamını orada sürdürecekti.

Son derece narin bir yapısı vardı. Hani derler ya, rüzgâr esse alır götürür gibi… En büyük handikapı üşümekti. İlk kez soba yakacak, ısınacaktı. Yemeğini sobanın üstünde yapacaktı. Odun kömür bulamazsa ne yapacaktı diye düşünürken bütün olumsuz düşünceleri kafasından sildi ve otobüsün penceresinden yolu izlemeye başladı. Herkes nasıl yaşıyorsa o da öyle yaşayacaktı. Yol kenarında gördüğü Kavak ağaçlarını çok sevdi. Gideceği köyde ağaçlar var mıydı?

Yol boyunca düşüncelere dalıyordu. Babası aklına gelmişti yine. Babası öğretmenlik yapmasını çok isterdi. Baba Celavuz Köy Enstitüsünden mezundu fakat yıllar yılı o şehir senin bu şehir benim diyerek neredeyse ülkenin yarısından çoğunu dolaşmıştı. Sonunda meslekten atılmış ve başka alanlarda yani inşaat sektöründe çalışmaya başlamıştı. Sonunda kalbi dayanamayıp, iflas edince ve devamında 45 gün sonra annesini de babasının yanında önceden aldıkları mezarda toprağa verince kızcağız yapayalnız kalmıştı. O yıllarda Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde öğrenciydi. Babasının vasiyeti vardı. “Kızım ben senin mezuniyetine yetişemeyeceğim. Mezun olduğunda diplomanı mezarımın başucuna koy. Ben hissederim” demişti. Mezun olduğunda diploma vermiyorlardı fakat okul çıkış belge’sini babasının mezarına götürmüş ve vedalaşmıştı.

Yeni bir yerleşke, yeni bir yaşam onu bekliyordu. İyi de ilk kez köye giden bir öğretmen köylülerle nasıl iletişi kuracaktı? Köylüler kendisine nasıl davranacaktı acaba… Köy yaşamını içeren ne çok kitaplardan okumuştu. Fakir Baykurt’u düşündü. Ne çok acılar çekilmişti. O da kendisine düşen payını alacaktı.

Artvinlilerin bir sözü vardı. “Harmana giren Porsuk, dirgene dayanır” sözüydü. Harmana giren Aygün öğretmen, her türlü saldırıları göğüsleyecek ve dayanacaktı.

Sungurlu da inerek köy minibüsünü aramaya başladı. Valizler ağır olduğu için bir taksi tutup gidecekti. Fakat önce İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderek atamasına ilişkin evrakları almalıydı. Sonrasında ver elini Çavuşköy…

Çok acıktığı halde bir lokantaya girerek yemek yemeyi düşünmedi çünkü zaman daralmıştı ve akşama kalmadan köyde olmalıydı.

İlçede işlerini bitirdikten sonra personelden bir arkadaşı kendisine refakat ederek köy yolculuğuna başlatmıştı. Bu arada köy konusunda az da olsa bilgi almıştı. Hemen hemen herkes ağız birliği etmişcesine “muhtar, aman muhtara dikkat et” demişlerdi. Muhtar kâbusu başlamışsa da kısa sürede aklından kovmuştu. Minibüs şoförü erkenden kalkarım dediği halde aracını tıklım tıklım dolduruncaya dek yola çıkmamıştı. Toz, toprak, insan teri kokusu almış başını gitmişti. Bir de minibüs yolcusunun kucağında kırmızı renkli horoz vardı ki Aygün öğretmene kötü kötü bakıyordu. Sahibi horozun kanadını sıkı sıkıya tutmuştu. Anlaşılan dövüşçü horozlardandı. Korkmadı, artık bundan böyle kurttan kuştan ve hiçbir canlıdan korkmayacaktı.

Yol boyunca çok az ağaç görüyordu. Bozkır da yol alan minibüs yolda ha kaldı, ha kalacak gibi gidiyordu. Motor gürültüsü inanılmaz derecede rahatsız ediciydi. Kendisini köye ulaştırsın başka bir şey istemezdi.

Köyün en güzel yanı okulun hemen arka tarafında bir lojmanın bulunmasıydı. Nohut oda, bakla salon ifadesinde yer alan anlamda 2 göz oda. Olsun başında bir dam olsun, gerisi teferruattı. Bir bahçesi olsaydı, ekip biçebileceği… Ne güzel olurdu, tadından yenmezdi.

Minibüs köy meydanında büyük bir gürültüyle nihayet durdu. Aygün öğretmen sakin sakin etrafına bakarken uzaktan şalvarlı, cepkenli bir de sol tarafında köstekli saati olan orta yaşlı bir köylü elini kaldırarak selam vermişti. “Kaza geliyorum demez bu köy muhtarı olabilir” diye içinden geçirmişti. Muhtar yüzünde eskilerin deyimiyle “insanı ısırırken gülen yılanın gülüşü” vardı ve bu durum son derece ürkütücüydü.

Muhtar en yalaka ifadesi olan maskesini takarak koşmuş ve yanına gelerek “köyümüze hoş geldiniz hoca hanım, safalar getirdiniz” demişti. Anlaşılan muhtar böyle Aygün öğretmen gibi ufak tefek, çelimsiz bir kız beklemiyordu. İri yarı bir şehirli bekleyen muhtarın yüz ifadesinden anlaşıldığı üzere bir hayli hayal kırıklığına uğramıştı. Bu durumu kendisine belli etmeden içinden gülüyordu.

Muhtar, valizleri taşıyarak lojmanın önüne geldiler. Köyde iki adet lojman vardı. Çünkü iki öğretmen çalışacaktı. 1,2,3. sınıflara bir öğretmen, 4 ve 5. sınıflara diğer öğretmen ders verecekti. Burası köy merkezine biraz sapaydı, bu durum içini ürperttiyse de belli etmeyecekti.

Yandaki lojman biraz daha büyük ve bakımlıydı. Erkek öğretmen kalmaktaydı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tanımladığı “tefeci – bezirgan” kılıklıydı. İçinden “ha… Muhtara arkadaş olacak bir tip. Hık demiş burnundan düşmüş” diye geçirdi. Olsun harmana girmişti nasıl olsa…

Lojmana girdiğinde odaların birinde paslı bir demir karyola ve üstünde eski püskü bir yatak, bir masa, bir sandalye, yan tarafta ise bir piknik tüp, kap kacak gördü. Pencerede perde vardı ya bu yeterdi.

O gece muhtar evinde akşam yemeği için davet ettiyse de gecenin bir yarısında bu tenha lojmana gelmek sakıncalıydı. Çünkü kendisi köylünün gözünde YADIRGI’ydı. Yadırgı yöresel bir sözcük olup Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eserlerinde bahsettiği YABAN sözcüğüyle eşdeğerdi. Yadırgı… Yabancı, bizden olmayandı. Kim kimdendi, kim kimden değildi ki… Ah bunu bir anlayabilseydi.

O gece erkenden uyumuş sabahleyin horoz sesleriyle uyanmıştı. Nemli soğuk bir sabahı yaşayacaktı. Güneş henüz doğmamıştı. İlk köy, ilk görev… Bir an önce okulu ve sınıfını görmeliydi.

Yan lojman kalan öğretmenin kapısını çalarak okulu ve daha da önemlisi sınıfını görmek istediğini söyleyecekti. Bir de doğal olarak okulun anahtarını alacaktı. O gün Cumartesi’ydi. Pazartesine kadar sınıfa çekidüzen vermek istiyordu.

Beraberce gittiler 4 ve 5. Sınıfa derse girecekti. Ali öğretmen aynı zamanda okulun müdürüydü. Kendisi de her ne kadar yakın köylü olmasına rağmen Aygün gibi yadırgı değildi. Köylüyle organik (çıkar ilişkileriyle donatılmış) bağları vardı. Yüzünde yine öyle yılan gülücüğü görülmekteydi. Biri asil ikincisi yedek olmak üzere iki adet maske kullanıyordu. İyilik ve kötülük arasındaki ince çizgi buydu demek… Bıçak sırtı…

Kırık dökük bir sınıftı. Boya-badana gerekliydi. Bazı sıralar sanki kasıtlı yapar gibi çizilmiş ve bazılarının oturma bölümleri kırıktı. Bakımlı sınıf olsaydı bana vermezdi diye düşünmeden edemedi.

Pazartesi günü okul açıldığında Aygün öğretmen sınıfı bomboş bulacaktı. Hiçbir veli okula 4 ve 5. Sınıf öğrencilerini göndermemişlerdi. Hırsından ağlayacak duruma geldiği halde ağlayamadı.

Yan sınıfa geçti ve bu durumu okuldan sorumlu olan Ali öğretmene sordu. O da yüzünde değişmeyen sahte gülücükle “sizin gibi yezid öğretmene hiçbir veli çocuğunu göndermez” demişti.

Sınıfına döndü, yoklama defterini alarak önce muhtarlığa giderek durumu anlatıp onu da yanına alıp ev ev dolaşmaya başladılar. Dilinin döndüğünce anlatmaya başladı. Kadınların bir kısmı konuşmak bile istememişlerdi.

Ertesi gün sabah erkenden yola çıkarak kendisine yön tayin ederek velilerin evlerini gezdi. Yılmadan usanmadan anlatı, anlattı, anlattı.

Daha sonraki gün bir şey dikkatini çekti Velilerin tamamına yakın olanlar tek tip ifade veriyorlardı. Bunun tek bir açıklaması vardı. Okuldaki öğretmen tembihlemiş olmalıydı.

Aygün zaman kaybetmeden okula giderek öğretmeni sınıftan çıkardı ve velilerle yüzleştireceğini söylediğinde öğretmenin korkudan dizleri titremeye başlamıştı. Kolundan yakaladı ve evlere tek tek götürdü.

Bu çabanın sonrasında ertesi gün sınıfta 3 öğrencisini gördüğünce çok sevinmişti. Sonraki günlerde üçer beşer öğrenciler gelince sınıf mevcudu tamamlanmış oldu.

Bir ay sonra veli toplantısı yaptığında ilk kez bu kadar çok öğrenci velilerinin katılımı olmuştu. Çok sevinçliydi. Toplantının sonucunda veliler evlerine dönerlerken şöyle diyorlardı.

Bu işte bir yanlışlık var. Bizden olan biz gibi değil yadırgı, yadırgı olan aynen biz gibi.”

Züleyha Akın- 22.05.2021

foto: Pixabay

Son Haberler

İlgili Haberler