Altı kırk üç trenini kaçırdım. Beş dakikanın insan hayatındaki önemini, bugün bir kez daha öğrenmiş oldum. Bütün fırsatlar, bu beş dakikalarda yitip gidiyor. Ya her şey çoktan yaşanmış bitmiş, ya da hiç başlamamış oluyor. İşin sırrı, zamanı iyi ayarlayabilmekte…
Hatalar yaptım, biliyorum. Sabıka dosyam oldukça kabarık görünüyor. Ama her birinden gereken dersi alıyorum. Gelişim diyoruz bunun adına. Hata yaptıkça öğreniyorum.
Ne zaman bir şeyleri hayatımın merkezine oturtsam, yeni bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Eğer bu bir insansa, kaderimi onun ellerine vermiş oluyorum. Eş, çocuk, sevgili, arkadaş, kim olduğu çok da fark etmiyor. Onun için yaşıyor olmak, hem beni, hem de hayatımı değersizleştiriyor. “Sevgisiyle bunaltan biri” haline geliyorum. Bir ideolojiyse, daha da tehlikeli… Temelindeki çarpıklığı fark ettiğim an, dünyam bir anda başıma yıkılıyor.
Deniz benden çok daha erkenci… Durgun ama kararlı bir hali var. Dalgalı suların istikrarsızlığını vuruyor yüzüme. Balıkçılar ve onlardan nemalanmaya çalışan kediler, çoktan yerlerini almış. Kuşlar da öyle… Serçeler, karabataklar, kargalar, martılar… Az önce yanımdan, yampiri adımlarla yürümeye çalışan bir de köpek geçti.
Tuhaf bir şekilde, içim kıpır kıpır… Çevremde gördüğüm bütün bu güzellikler, daha da artırıyor heyecanımı. Çünkü her biri, ayrı aşk, ayrı mutluluk… Yüreğimde kurumaya yüz tutmuş çiçekler, yeni bir kaynak bulmuşçasına canlanıyor. Karanlık bir gecenin ardından, günün ilk ışıklarıyla yıkanan yeryüzü gibi, yavaş yavaş kendime geliyorum.
Hayatın her canlı için farklı anlamı var. Bana göre her şey sevgiden geçiyor. Yaşamın özünde vardır sevgi. Çiçeğin açışında, kuşun ötüşünde, güneşin batışında… Onu tek bir insana yüklemektir yanlış olan. Hayatı tek bir insan için yaşamak, koca bir yalanın içinde olmaktır. Ben şimdi büyüttüğüm bütün yalanları kırpıp sevgi yapıyorum. Kuşlar dökülüyor makasın ucundan, kediler, köpekler dökülüyor. En çok da deniz dökülüyor. Çünkü bütün izleri kapatacak kadar güçlüdür deniz.
Bir sonraki tren sekiz yirmi üçte. Beş dakikalık gecikme, hayatı bir buçuk saat geriden takip etmeme neden olacak. Gideceğim yere çok daha geç ulaşacağım. Ve kim bilir, neler kaçırmış olacağım? Umutlarımı bir buçuk saat erteliyorum.
Bu süreyi, küçük arkadaşımla kahvaltı yaparak değerlendiriyorum. Onu iki gündür dikkatle izliyorum. Marina’da, özellikle yemek yerken geliyor yanıma. Arka ayaklarının üzerine oturup tüm sevimliliğini kullanarak, gözlerini gözlerime dikiyor. Bu hali bazen ürpertiyor beni. Birebir temasa geçerek hipnotize etmeye çalıştığını sanıyorum. İstediğini yaptırmaya çalışan bir çocuk havası var.
O, bu kadar başarılıyken, karşı koyabilmek ne mümkün? Hemen, önüne bir parça peynir atıyorum. Peynirin üzerine atlayıp, birkaç saniye için bağlantıyı koparıyor. Sonra yine aynı duruşu alıyor. Ben buna “karnını doyurmaya hazırlanmış kedi duruşu” diyorum. Zeki, kararlı ve özgüven sahibi görünüyor. Normal bir kedinin bu özelliklere sahip olamayacağını düşünüyorum. Bu yüzden, gri parlak tüylerini bir kez daha okşuyor, tabağımdaki son peynir parçasını da önüne atıyorum.
Hereke istasyonda, mavi gözlü çocukla birlikte treni bekliyoruz. Annesine soruyorum, Hamza’ymış adı. Kısa pantolonunun altında çizgili çorapları var. Ve başında namaz takkesine benzer renkli bir şapkası…
Yaptığı bin bir türlü şirinlikle, oyalıyor bizi. Zaman zaman da yüzü düşüyor. Usanıyor, aynı yerde durup beklemekten:
“Anneciğim, tren niye gelmiyor?”
Bütün trenlere kanat takmak istiyorum. O istasyon senin, bu istasyon benim, kona göçe, karşı durmak zamana… Ve bütün çocukları özgürleştirmek… Hamza’nın gözlerinin mavisinde, hayata biraz daha tutunuyorum.