Arzu Dinçer
Toprağı ekmişiz aşımız olmuş, yoğurmuşuz duvar örmüşüz evimiz olmuş, kabımız olmuş.
Suya yön vermişiz aşımız için ekin büyütmüş, kenarlarına yerleşmişiz sığınağımız olmuş, içmişiz hayat olmuş.
Ateş ekinimize tat olmuş, evlerimizin tüten bacasının anası, yaşamın olmazsa olmazı olmuş.
Haydi düşünelim birinden biri olmasa aş, barınma, hayat olur mu?
Oysaki hepsi birbirini yok edebilir, ama toprak kabı su ile doldurup ateşin üstüne koyduğumuzda bir arada ne de güzel can olmaya devam edebiliyorlar.
Birbirine aynı anda karıştırmadıktan sonra birbirlerini yok etmiyorlar. Ayrı ayrı da birbirlerinin dozunda karışımıyla yepyeni bir materyal olarak da hayatımızda yer almaya devam ediyorlar. Ve en önemli nokta birinden biri olmazsa hayat olmaz!
Geçtiğimiz hafta hepimizin canı çok yandı. Yüreklerimizde yiten canların, onlarla beraber görecek çok güzel günleri olan ailelerin ateşi hepimizi derinden etkiledi. Bir anda acı kardeşliği sardı güzel ülkemizi. Acıyı paylaşmak güzeldir. Yas tutmak. Susmak. Susmayacaksak da sağduyumuzu koruyarak saygı ile ses olmayı bilebilmek. Zira hiçbir gürültü giden canları yerine getirmeyecek. Terörün her türlüsüne lanet olsun. Sahi lanet ne demektir? Sözlükte “kovma, hayırdan uzaklaştırma” anlamına gelen lânet, dini bir kavram olarak dünyada Allah’ın rahmet ve yardımını kesmesi, ahirette ise cezalandırması demektir.
Mübarek bir bayramın arifesindeyiz neredeyse. Hayırdan uzaklaşmak acaba insanları ki o insanlar düne kadar kapı komşumuz, alış veriş yaptığımız esnaf, bizimle aynı şehirde, ülke de nefes alan ve bizim taşıdığımız yaşam hakkına sahip insanları ve onların sahip olduklarını yakıp yıkmak mı? E o zaman öfkenin kökeninde yer alan terörü yaratmış olmayacak mıyız?
Aylan bebeğin deniz kenarında derin uykusuna teslim olduğu fotoğraflarına bakarken ağlayan bizler; gözyaşlarının acının milliyeti olmaz derken, bir olmuşken tıpkı ateş, toprak ve su gibi sırf birileri ‘Siz aynı değilsiniz’ diye bilinçaltımızı inceden inceye işledi diye, sağduyumuzu nasıl da kolay yitirebiliyoruz.
Oysaki tam da ocağın üstünde toprak kapta kaynayan su gibi olmalıyız. Bir arada beraber ayrışmadan, yok etmeden. İnsanlar dünyaya gelirken bir tesadüfle başlamıyorlar mı hayata? Ta en başta anaların babaların tanışmalarından itibaren. Siz hiç hangi ülke de, kimin anneniz babanız olmasını istersiniz? Nasıl bir ailede yetişmek istersiniz? Dünyaya teşrif ettiğiniz de hangi dili konuşmak istersiniz? Gibi çoktan seçmeli soruları yanıtlayarak dünyaya gelmiş bir bebek tanıyor musunuz?
Bildiğiniz mayalı hamur (ya da mayasız hiç fark etmez) istediğin şekli ver bebeğe. İstediğin dili “öğret”, istediğin yaşam şeklini “öğret”, istediğin inanışı “öğret”… Demek ki kızdığımız her ne ise birileri o kızdığımız insanlara bir şeyleri yanlış “Öğretmiş” Belki de o sözde öğretileri tekrar gözden geçirmek gerek. İnsanların yaşadığı coğrafya kaderleri olmamalı. Eğitim öğretim bütünlüğü (ki daha önce yazmıştım “İnsanlık Dersi” mutlaka eklenmeli müfredatlara) olmalı ki kanla, kinle, şiddetle hiçbir şeyin çözümlenmeyeceği “Öğretilebilmeli”.
Toprağı, suyu, ateşi sevmeliyiz. Kendimizi, doğayı, kendimiz haricinde dünyayı üleştiğimiz canlıları. ” Nietzsche ne güzel söylemiş “Sevmesini bilirsek; başkalarına acı vermeyi unuturuz! “
Toprak; sonsuz sevgimiz olsun,
Su; coşkun ırmaklar gibi yaşam hakkına saygımız, şükranımız
Ateş; insani duygularımız
Haydi; İnsani duygularımızı ateşleyip, sonsuz sevgi kabımızda saygıyı ve yaşama olan şükranlarımızı kaynatalım. Kaynatalım ki buğusu çevremizi sarmalasın, yüzümüz gülsün artık.
Sevgilerimle,
Arzu Dinçer