SÜLEYMAN KAYMAZ
Gece Setbaşı’nda dolaşırken dizlerinin üzerinde dikilen yaşlı bir dilenci gördüm. Bu haliyle bir cüceyi andırıyordu. Önüne mendil açmış, yüzü kalabalığa dönük, ellerini dua pozisyonunda havaya kaldırmış, gözleri kapalı, başını bir ileri bir geri savuruyor, dişsiz ağzının içini göstere göstere dudaklarını oynatıp duruyordu. Düşünmeden edemedim. Ellerini havaya kaldırıp dua ettiğine göre Tanrı’dan bir şeyler istiyordu.
Peki ya neden kalabalığa doğru dönmüştü? Önündeki mendile bakılırsa işini garantiye almıştı. Tanrının kendisini duymama ihtimalini göz önünde bulundurmuş olmalı ki gelen geçen insanlardan da medet umuyordu.
Görüntü müthişti. Bulunduğum açıdan bana bu kadar feci gelen bu görüntü acaba Tanrı katından nasıl görünüyordu. Tanrı sabırlı olmalıydı. Ben olsam şimdiye kadar ensesinden tuttuğum gibi silkeleyip ibreti alem olsun diye yere vurmuştum. Fakat Tanrının işine karışılmazdı. Nitekim Tanrı kalabalıktan bir gencin kalbine merhamet ilham etti. Genç, bir miktar bozuk parayı ihtiyarın önüne kibarca bırakıp gitti.
Sanıyorum ihtiyar dilenci madeni paraların yere düşerken çıkardığı sesi tanıdı ve bir an ihtiyatsız davranıp gözlerini açarak başının sallanışını, ellerinin dua pozisyonunu bozmadan mendilin üzerindeki paralara baktıktan sonra belli ettiği bir telaşla tekrar gözlerini kapattı. O an anladım ki ihtiyarın Tanrı’yla ilgisi yoktu. O, Tanrı’yla ilgisi olanları avlamak için poz yapıyordu. Bizim insanımız da çok severdi Tanrı’yla ilgili olanları.
İtalyan yazar Dino Buzzati, Tanrı Görmüş Köpek adlı kitabında bir dervişin köpeğinden korkan insanları anlatır. Mantık gayet basit. Derviş Tanrı ile konuşuyordu. O halde dervişin yanından hiç ayrılmayan köpeği de bu konuşmalara şahit olmalıydı. Dolayısıyla köpek de yarı derviş sayılırdı. Halk köpekten değil, köpeğe yüklediği bu özellikten korkuyor ve köpeğin, kendilerinin işlediği günahları bildiğini sanıyordu. Böylece bu korkuyla günah işlemekten uzak duruyorlardı.
Halbuki köpek derviş tarafından fırından ekmek çalmak için gönderilmişti. Yani hırsızdı. Tanrı ile görüşen biri de olsa derviş azmettiriciydi. Yine de derviş hakkaniyetli adamdı ve köpeğin her gün fırından çalıp getirdiği ekmeği ikiye bölüyor, yarısını köpeğe veriyordu. Fakat hırsız ya da değil, önemli olan dervişin Tanrı’ya yakın bir derviş, köpeğin de bu yakınlıkta hazır bulunan bir köpek olmasıydı.
Koskoca derviş ve köpeği sıradan günahkarlar gibi emir ve yasaklara tabii olacak değillerdi ya! Hikâyenin sonu beklenmeyen bir biçimde bitse de, burada ilginç olan şuydu: Tanrı’nın tüm insanların gizlerini gördüğü inancına sahip olan halk, günah işlerken Tanrı’dan değil de Tanrı’ya yakın olandan çekiniyordu.
Halbuki bu şirkti ve yine halka göre şirk büyük günahtı. Günümüzde süregelen şeyh mürit ilişkisi de böyleydi. Zaten şeyh uçmaz müridi uçururdu. Nitekim çok yakın zamanda kadın-erkek demeden önüne geleni badeleyen şeyh için badelemek günah olmamalıydı. Yoksa badelenen müritler salak ya da aptal oldukları için değil, şeyhlerinin sahip olduğu kutsiyete ve bu kutsiyetin şeyhe kazandırdığı günah muafiyetine inandıkları için badelenmişlerdi.
Geçtiğimiz yıllarda giydiği arapvari kıyafetlerle, elinde tuttuğu yara bantlarını görülmeyen birine bir yiyecek ikram eder gibi ileriye doğru uzatıp, İhlas süresini cehren okuyarak Bursa çarşılarını boydan boya gezen bir ihtiyar vardı. Bursa halkı bu ihtiyara pek itibar eder, hatta halktan bazıları onun evliya olduğunu ileri sürerlerdi. Tanıdığım bazı kişiler ekmek alır gibi bu ihtiyardan her gün yara bandı alırlardı. Evliya mıydı bilemem. Ancak dükkândan hayli geç çıktığım bir günün iyice sessizleşen gecesinde Gökdere bulvarından aşağı yürüyüp eve doğru giderken, aniden bu ihtiyarı, yine öne uzattığı elinde tuttuğu yara bantlarıyla birlikte bağıra çağıra İhlas süresini okuyarak yürürken gördüm. Sokaklarda kimseler yoktu. Caddeler boştu. Ve gördüğüm manzara bir hayli dehşetti.
İşte ben o gecenin zifiri karanlığında bu ihtiyara aniden tesadüf edince içime bir korku düştü. Öyle ki ihtiyar İhlas süresini okumayı keserek birdenbire bana doğru dönecek, elinde tuttuğu yara bantları kıvılcım saçan bir asaya dönüşecek ve asayla birlikte bu kıvılcımları kamçı gibi savurup, “Bre kafir!” diye bağırarak beni çarpacak sandım.