Fırtınalar, insanın denizi sevmesine engel olamaz. – Andre Maurois
Bundan yıllar önceydi. Görevine yeni başlayan bir kamu görevlisiydim. Gençlik yıllarımdı. Her ay bir başka kuruma sürgün ediliyordum. Bazen il içinde olduğunda ayda 7 kez sürgüne gönderildiğimi anımsıyorum.
Her sabah işe giderken bugün bana ne zaman kayıt defterinin içinde yarı açık sarı zarf gelecek diye düşünmeden edemiyordum. Servisime gittiğimde masamda başka birisinin oturuyor olduğunu görmek bana hiç de sürpriz olmuyordu.
Her gittiğim yerde nedense mesai arkadaşlarım benden Veba hastasıymışım gibi kaçıyorlardı. Çünkü ben tehlikeliydim. Benimle konuşulmamalı, bana selam bile verilmemeliydi.
Konuşsalardı ne olurdu sorusuna gelince, amirleri odasına çağırır kendilerini ikaz ederler, olmazsa onları da tehdit ederler, sustururlardı.
Öğlen yemeğimizi yemekhanede yerdik. Self servis vardı. Tepsimi alıp herhangi bir masaya oturup yemek yiyemezdim. Boş bir masaya oturmak gibi bir zorunluluğum vardı. Kazaen oturursam masadakiler o anda çok acil işleri varmış gibi kalkıp giderlerdi. Ben kimseyi rahatsız etmemeliydim. Yemeğimi yalnız yemeliydim.
Bir gün serviste bir çalışan işçimiz vardı. Herkes bu arkadaşa eziyet ederdi. Ben de göz ucuyla uzaktan izlerdim. Zaman zaman haksızlığa uğradığında sert tepkiler verirdi. Tüm servis yüklendiğinde ben elimdeki zarf açacağını almış, onların gözüne dayamış ve herkese bağırmıştım. “Bundan böyle kim bu kardeşimize söz söylerse beni karşısında bulacaktır. Bakın hiç şakam yok. Burası benim 28. Sürgün yerim. 10. Köyü geçeli çok oldu. Kalkın dosyanızı kendiniz alın. Bundan böyle asla haksızlık istemiyorum. Kim bu arkadaşa söz söylerse bana söylemiştir” dedim ve tek tek herkesin yüzüne sert ve kararlı şekilde bakınca herkes bakışlarını indirdi. Hiçbir şey olmamış gibi sessizce dosyalarına gömülmüşlerdi.
Günlerden bir gün canım yemekhaneye gidip yemek yemek istememişti. Çünkü herkesin bakışlarından rahatsız oluyordum. Yemekhaneye zamanında gitmezdim. Herkes çıktıktan sonra kimseye görünmeden yemeğimi alır bir köşede aceleyle yer ve çıkardım.
O gün canım hiç yemek yemek istemiyordu. Bir gece öncesinden çok uykusuzluğum vardı. Oğlum çok küçüktü. Sık sık hastalanıyordu. O gün berbat bir durumdaydım. Yemek saatinde başımı masaya koyarak gözlerimi dinlendirmeye çalışıyordum. Serviste kimse yoktu. Arka tarafta ise arşivimiz vardı. Ben arşive zorunlu kalmadığım sürece girmezdim. Arşiv karanlık ve izbe bir yerdi. Her an herkes saldırıya uğrayabilirdi. Daha önce bir arkadaşımızı karşıt görüşlü çalışanlar arşivde bıçaklamışlardı.
Koskoca serviste kimse yoktu. Bir tek ben vardım. O nedenle uykum olduğu halde uyumamaya çalışıyordum. Elimde bıçak şeklinde açık tuttuğum kocaman bir makas vardı. Masam pencereye yakındı. Saldırganlar gelirlerse ve de çok kalabalıklarsa ilk gelene makası sokup diğerlerini kaçırtamazsam kendimi 4. Katın penceresinden aşağıya atacaktım. Öyle de kurtulma şansım yoktu böyle de.
O gün arşivden bir ses gelmişti. İnanamadım. Bir ağıttı belki de. Sessizce ağlayan bir erkek sesiydi. Şöyle diyordu.
Şarkışla’ya düşürmesin oy oy!
Allah sevdiği kulunu
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu.
Gece Elmalı’da kalmış oy oy!
Hamamcı Ali’yi sormuş
Uzatmalı itin biri
Yusuf’u gafletle vurmuş.
Vay paşaların ordusu vay vay!
Dünya şaştı böyle işe
Ordu madalya göndermiş
Yusuf’u vuran çavuşa.
Olaydım olaydım oy oy!
Okur yazar olaydım
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım.
Duyduklarıma inanamamıştım. O güne kadar bir erkeğin ağladığına çok tanık olmamıştım. Ben Karadeniz’de büyümüştüm. Karadeniz’de erkekler ağlamazdı. Ses çıkarmadan kapıyı hafifçe örttüm. Gözlerimi karanlık boş dehlize ayarlayarak dikkatlice baktım. Bu benim daha önce arka çıktığım işçimizdi.
Yanına gittim elimi omzuna değdirerek “Sen bu ağıdı nereden biliyorsun” diye sordum. Başını kaldırdı ve gözyaşlarını benden saklamak istercesine silerek bana yanıt verdi. “Hocam ben Şarkışla’nın bir köyündeyim. Benim köyüm Alevi köyüdür. Ben bir Kürt genciyim. Eğer Deniz Gezmiş’in motosikleti arıza yapmasaydı ve Gemerek’e gitmek zorunda kalmasaydı, bizim köyümüze gelseydi, bizim köylüler Deniz Gezmiş’i jandarmaya vermezlerdi. Bugün Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan yaşıyor olacaktı.
O anda benim de gözyaşlarım süzüldü. Bu lanet olası yerde bir kardeş bulmuştum. Artık yalnız değildim. Bir ses, bir nefes yeter de artardı bana.
Şarkışla Ağıdı’nın bana anımsattıkları bunlardı. Ne zaman dinlesem gözyaşlarımı tutamam. Oysa ben çok ağlayan birisi değilim.
Bu olaydan sonra çok değil 5 gün sonra beni yeniden sürgüne gönderdiler. Kara yağız kardeşimle (hakkımızda dedikodu yapılacağını da göz önüne alarak) herkesin önünde kucaklaşarak ayrılmıştık.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Ben bu olayı unutmuştum. Bir gün bu türküyü dinlerken aklıma geldi. Oğlumu çok severdi. Her gittiğim yerin bir arşivi olurdu ve ben çocuğuma bakacak kimsem olmadığı için arşivde uyuturdum.
Yıllar sonra izini bulmuştum. Oğlum büyümüştü beraber gittik. Oğlumu değil de beni görür görmez tanıdı. Üçümüz de inanamıyorduk. Yıllar sonra yine bir araya gelmiştik. Üçümüz de birbirimize sarıldık ve uzun süre hiç konuşmadık.
Şimdi nerede diyeceksiniz?
Hastalandı, uzun süre hastalığına direndi fakat başaramadı. Kanser illeti aldı gitti. Bize korkunç yalnızlığımızla bırakarak sonsuzluğa doğru yol aldı.
Züleyha Akın – 6 Mayıs 2021