Doğuş Sarpkaya  [email protected]

Silsile, 12 Eylül sonrasının bölünmüş ailelerinin trajedilerine odaklanan bir roman. Bu dönemle ilgili okurun çok da şaşırmayacağı bir hikayesi var. Zaten Eren Aysan da okuru şaşırtmaya yönelmiyor. Aile sırrı okur için muammaya dönüşmüyor. Daha ilk bölümden Elâ’nın yaşamının değişeceğini anlıyorsunuz, dahası aile sırrının ne olduğunu da tahmin edebiliyorsunuz. Aysan, okuru Elâ’nın duygusal karmaşasının içine sürüklüyor. Roman karakteriyle empati kurmaya, onun yaşadığını anlamaya yönlendiriliyor okur. 

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de yaşayan her kesimden insanın üzerinde derin travmalar yarattı. Bu travmaların bir kısmı geniş halk kitlelerinin akılcılaştırmasıyla atlatıldı. Kardeşin kardeşi vurmadığı bir güven ortamı yaratılmıştı çünkü! Ama doğrudan baskı ve zulmün muhatabı olanlar ve onların aileleri bu dönemin derin yaralarını taşımaya devam ettiler. Her şeyin hızlıca unutulduğu bir coğrafyada, tüm yaşamlarına etki eden acıları, tamamlanmamışlık hissini, umutsuzluğu, yenilgiyi inatla yenmeye çalışan bir kuşak yarattı 12 Eylül.

Toplumsal yaşamda bunca yarılma yaratan bir dönemin, edebiyatçılar tarafından layıkıyla anlatılması beklenir. Ama A. Ömer Türkeş’in de dediği gibi, edebiyatta derin izler bırakacak, hiç değilse belleklerde yer edecek bir ’12 Eylül romanı’ külliyatından söz etmek zor. 2000’li yıllara gelindiğinde ise görece bir hareketlenmeden bahsedilse de roman yayıncılığında yaşanan bolluğun içinde 12 Eylül ile hesaplaşan romanların sayısı beklenen düzeyde olmadı.

Eren Aysan’ın Silsile romanı, böyle bir boşluğun içinden söz alan bir eser. Aysan, 12 Eylül’ün izlerinin ne kadar derine gidebileceğini anımsatan bir aile trajedisine odaklanıyor.

AİLE TRAJEDİSİNİN PEŞİNDE

Silsile, annesi ve babası devrimci mücadele içinde yer almış, hayatı boyunca 12 Eylül darbesinin travmalarını hissetmiş Elâ’nın yaşamına odaklanan bir roman. Elâ’nın babası uzun yıllar cezaevinde kalmış bir devrimcidir. Annesi ise darbe sonrasında intihar etmiş efsanevi bir muhalif şairdir. Elâ’nın tüm çocukluğu babasını ve annesini özlemekle geçmiştir. Gençlik yıllarına kadar annesinin intihar ettiğini öğrenmemiş olan Elâ’nın tüm yaşamı aile geçmişi tarafından gölgelenmiştir. Hayatındaki her şeyin üstüne geldiğini düşündüğü bir anda kocasını terk eder, ABD’de bir üniversiteye başvurup ülkeden ayrılır. Tüm isteği bir “insandan kaçan” olarak yaşamını yeniden kurmaktır. Fakat eski kocası Orhan’dan gelen bir paket yaşamının yönünü değiştirecektir. Bir anda Arkansas’tan Viyana’ya, oradan Ankara ve Mardin’e uzanan bir yolculuğa sürüklenen Elâ, yaşamında doğru bildiği şeylerin ayağının altından kaydığını hissedecektir.

DUYGUSAL YOĞUNLUK

Silsile, 12 Eylül sonrasının bölünmüş ailelerinin trajedilerine odaklanan bir roman. Bu dönemle ilgili okurun çok da şaşırmayacağı bir hikayesi var. Zaten Eren Aysan da okuru şaşırtmaya yönelmiyor. Aile sırrı okur için muammaya dönüşmüyor. Daha ilk bölümden Elâ’nın yaşamının değişeceğini anlıyorsunuz, dahası aile sırrının ne olduğunu da tahmin edebiliyorsunuz. Aysan, okuru Elâ’nın duygusal karmaşasının içine sürüklüyor. Roman karakteriyle empati kurmaya, onun yaşadığını anlamaya yönlendiriliyor okur.

Tam da bu noktada kitabın ithaf bölümünde adı geçen Öner Yağcı aklımıza düşüyor. Öner Yağcı hem 12 Mart hem de 12 Eylül dönemlerini romanlarına konu eden bir edebiyatçımız. Özellikle Kardelen, Gökyüzüne Akan Irmak ve Turnalar gibi kitapları 1990’larda belirli bir çevrede çok okunur olmuştu. Romantik devrimci bir üslupla devrimci yükseliş dönemlerini ve yenilgileri anlattığı bu romanlarında, bir dönemin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Ajitasyon propaganda yerine duygusal yoğunluğu hedefleyen bir yazar olan Öner Yağcı’nın edebiyatımızda niteliksel bir sıçrama gerçekleştirdiğini söylememiz zor. Fakat bir dönemin okurlarının -ki bu satırların yazarı da buna dahildir- gönlünde farklı bir yere oturan romanlar kaleme almayı başardı.

EKSİK BİR ŞEY VAR

Eren Aysan da Öner Yağcı’nın açtığı yolda ilerleyen bir roman yazmış. Duygusal anlamda yoğun bir kitap Silsile. Bu yoğunluğu arttırmaktan da çekinmemiş Aysan. Zarfların fazla kullanılması ve eylemlere eşlik eden sıfat sayısının çokluğu  (“Güneş, sapsarı saçlarını yere indirmişti sanki.” (s.8), “Elinden kaptı kan kırmızı şekeri” (s.9), “Sapsarı kaşları..” (s.12)) bu tercihinin eseri olsa gerek. Ama bu tercihin bir miktar kulak tırmalayıcı olduğunu, romanın zarflardan ve sıfatlardan temizlenmesi durumunda daha sade ve okunası olacağını belirtmeliyiz.

Silsile, her bölümde farklı anlatıcıyla ilerleyen bir roman. Böylece, her karakterin duygu dünyasına davet ediliyor okuyucu. Fakat bu davette de eksik olan bir şey seziliyor. Anlatıcıların çokluğuna karşı üslubun çok fazla değişmemesi, Elâ’nın da Orhan’ın da Ömer’in de Wegner’in de neredeyse aynı tonla olanları anlatması, karakterlerinin dilinin aynılaşması Silsile’nin eksiklerinden biri olarak göze çarpıyor.

Bu eksiklere rağmen, Eren Aysan, okuması keyifli bir roman yazmayı başarmış. Bunu da duygusal anlamda yoğun bir roman yazarken, duygu sömürüsü yapmayarak; hikâyenin gücüne yaslanıp biçimsel oyunlar ile estetik yetersizliğini kapatmaya çalışan post modern yazarların hatalarına düşmek yerine, karakterleri ile okur arasında bir empati köprüsü kurmayı hedefleyerek başarmış.

12 Eylül’ün açtığı yaraların sadece doğrudan muhataplarını değil, tüm toplumu etkilediğini vurgulayan Eren Aysan, ikinci romanı Silsile ile umut vaat eden bir edebiyatçı olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. gazeteduvar.com