Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde geniş bir bahçe içinde duvarları taştan örülmüş bir konakta gözlerini açmıştı. Annesinin doğum sancısı tuttuğunda babası doktoru eve çağırmıştı. Babası heyecandan tir tir titremekteydi. Bir kızı olmalıydı. Her baba erkek çocuğunun doğmasını isterken o kız çocuk bekliyordu. İsmi Semra olacaktı.
Semra…
Bahçesinde birçok meyve ağaçları ve bir de kuyu vardı. Konağın bahçesi ilk emeklediği yerdi. Yaz sıcağında annesinin kuyudan çektiği buz gibi suyu içmeyi çok seviyordu.
İki yaşına geldiğinde bir kız kardeş, iki yıl sonra bir kız kardeşi daha doğmuştu. Evin en büyük kızı küçük kardeşlerine bakmakla yükümlüydü. Annesi Semra’nın yaşını dikkate alarak küçük de olsa sorumluluk veriyordu. Gerçek bir evcilik oynamak gibi bir durumdu bu.
O gün 9 yaşına basmıştı. Anne, baba ve kardeşleri kutlama yapmışlardı. Baba pastasını yedikten sonra kahveye gitmiş bahçedeki kamelyada meyve sularını içiyorlardı.
Bahçe kapısında bir taksi durup içinden bir kadın inmişti. Bu Konya’ya evli bir erkeğe kaçmış teyzesiydi. Anne yerinden kalkarak teyzeyi karşılamış baş başa konuşmak için içeriye geçmişlerdi.
Semra, bir süre kardeşleriyle oyalandıktan sonra içeriye girmiş annesi ve teyzesinin konuşmalarını dinlemek istemişti. Teyze, Konya’ya geri gitmemek üzerine gelmiş ablasına sığınmak istemişti. Anne ve babasına giderse kendisini kabul etmeyeceklerdi. Ablası cesurdu. Her güçlüğü göğüsleyecekti.
O günün akşamında babası kahveden gelmiş hep birlikte sofra başında yemek yiyorlardı. Bu durumdan rahatsız olan tek kişi Semra’ydı. Teyzesinde bir tuhaflık vardı ve babasına olan bakışlarını beğenmemişti. Çocukça bir kuşkuydu belki de.
O gece kayda değer bir şey olmamıştı. Anne çocuklarını erkenden uyutmuştu. Kendileri de salonda çaylarını içiyorlardı.
Sabah kahvaltıda yine bir araya gelmişlerdi. Teyzesi hamarat bir kadın havasındaydı. Şen şakrak bir kadındı. Her olanak bulduğunda göz hapsine aldığı eniştesine gülümsüyordu.
Kahvaltı bittiğinde kapının önünde bir taksi durmuş ve içinden bir erkek inmişti. Bu teyzesinin kaçtığı erkekti. Anne ve babası gelen konuğu biraz daha temkinli davranarak karşılayıp hep birlikte salona geçmişlerdi. İçeriden teyzenin bağrışmaları geliyordu. Nikâhsız kocası kadının evine dönmesi için ısrar ediyordu. Her ikisi de aynı anda bağrışmaya başlayınca baba hakem rolünde ortamı yatıştırarak gelen konuğa “siz şimdi evinize dönün, baldızım birkaç gün daha burada kalsın, kafasını dinlesin. Biraz daha sakinleşince ben baldızımı ikna eder beraberce Konya’ya geliriz. Yok eğer “kesinlikle o eve bir daha dönmem” derse siz de bana gönül koymayın. Benim de yapabileceklerim sınırlıdır” demişti.
Babayla teyzenin kocası evden çıktılar. Baba konuğu şehirlerarası otobüsle yolcu ettikten sonra eve dönmemiş, gönül rahatlığıyla kahveye gitmişti. Hesap etmediği bir durum vardı. Çünkü otobüse binen enişte kasaba çıkışında aracı durdurarak geri gelecekti.
Enişte eve geldiğinde herkes bahçedeydi. Anne kız kardeşini ve çocuklarını toparlayıp odaya göndermişti. Teyze de yanlarındaydı. Kapıyı içeriden kilitlemişlerdi fakat son anda Semra annesinin yanına gitmeyi başarmıştı.
Anne, elleri belinde gelen kişiye meydan okuyordu. “Git buradan, kocam evde yok. Sana verilecek kız kardeşim hiç yok” demişti. Enişte “karımı almadan buradan gitmem” diye diretiyordu. Anne son kez ana kapıya yöneldiğinde eniştenin eli beline gitmiş, kadına silahını doğrultmuştu. Anne son bir hamleyle adamı ittiğinde elindeki silah patlar ve kadının göğsüne ilk kurşun saplanır. Kadın yere yığılınca ikinci, üçüncü ve dördüncü kurşunu kafatasına sıkar. Kadın orada can verirken Semra annesinin kollarına atılmış, annesinin son nefesini verirken yüreği acıyla burkulmuştu. 9 yaşında bir kız çocuğu ilk kez ölümle yüzleşmekteydi. Annenisin ölümüyle.
Enişte silahını orada bırakarak kaçmıştı. Babaya haber verildi ve anne ertesi gün sevenlerinin gözyaşlarıyla toprağa verilecekti.
O gün Semra, mezarlıktan dönerken artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Yeni yaşamlarında annesinin yerini başka bir kadın alacaktı.
Yaklaşık 1 ay kadar bir zaman geçmişti. Anneanneleri yanlarına gelmiş babayla gizlice konuşmuşlardı. Baba evlenecekti. İyi de kiminle…
Anneanne kanalıyla birkaç kadının evine gidildiyse de baba hiç birini kabul etmiyordu. Çocuklarının başında üvey anne istemeyecekti. Bu olayın tek bir çözümü vardı. Baba baldızıyla evlenecekti. Sonunda bu durum gerçekleşti.
O günden sonra anne yarısı sayılacak olan teyze Semra için korkulu rüyadan başka bir şey değildi. Teyze, her fırsatta Semra’yı dövüyordu. Sürekli cezalandırılıyordu.
Bir gün Semra, teyzesine “benim annemin katili sensin. Annem senin yüzünden öldürüldü” demişti. Teyze “hayır, annen benim yüzümden değil kendisine fazla güvendiğinden dolayı öldü” demişti.
Semra’nın babası tam olarak 15 yıl boyunca katilin izini sürecek hiçbir sonuç elde edemeyecekti. Katil, zengin bir babanın oğluydu. Sahte kimlikle birçok şehirde kalma olanağı buluyor deşifre olduğunda yer değiştirmekteydi. Baba neredeyse tüm servetini bu uğurda harcamıştı. Katil hangi şehirde görüldüyse bir miktar tarla satarak peşine düşüyor yine de yakalayamıyordu. Eşinin katili bazen sakal bırakıyor bazen de sakalını keserek değişik tiplerde yaşamını sürdürüyordu. Çaresiz ve umarsızca geri evine döndüğünde başka bir ihbar alıyor yeniden yola düşüyordu. Yıllar geçtikçe hem kendisi hem de firari eden yaşlanıp, tanınmayacak duruma gelecekti.
15 yıl sonra Kastamonu’da görüldüğü ihbarı üzerine baba giderek katille yüzleşmiş ve güvenlik güçlerine teslim etmişti. Gerçekten de katil tanınmayacak haldeydi.
Baba görevinin sona ermesinden sonra kendisini iyice bırakmıştı. Sanki başka bir dünyada yaşıyor gibi hareket etmekteydi. Belki de yaşamıyordu, yaşamak istemiyordu. 3 ay içinde babaları son nefesini verirken vasiyetini yinelemişti. Annesinin yanındaki mezara gömülmüştü. Semra 24 yaşında 3 çocuk annesiydi.
Semra, 9 yaşından 12 yaşına kadar hiçbir zaman sofraya oturtulmamıştı. Teyzesi köpeğe kemik atar gibi kendisine sadece ekmek vermekteydi. Yıllar sonra bir gün anneanne evlerine gelmiş bu durumu fark etmişti. Semra, o evde her gün dövüldüğünü, aşağılandığını, cezalandırıldığını anlatmıştı. Anneanne bu durumdan kendisini sorumlu tutuyordu. Bu evliliğe kendisi neden olmuştu. “Teyze, anne yarısıdır” sözüne inandığı için Semra’nın mahvedilmesine neden olmuştu.
Travma üstüne travma yaşayan küçük kız teyzesinin baskılarına dayanamayıp “annem, senin yüzünden öldü” dediğinde korkunç bir dayak yemekten kurtulamamıştı. Babası neredeydi derseniz, baba katilin peşinde Trabzon’a gitmişti. Sonraki günlerde Erzurum, Kars, Van ve daha niceleri… Gitmediği il kalmamıştı.
Semra, artık krize giriyor ve bayılma nöbetleriyle haşır neşir oluyordu. Baba, bu durumu fark edemiyordu çünkü üvey anne ne derse onu yapıyordu. O nedenle Semra’yı doktora götürmüyorlardı.
Nihayet Semra, 16 yaşına geldiğinde aile arasında söz kesilerek imam nikâhıyla kısa sürede evlendirilmiş, Ankara’ya gelin gelmişti. Burası Yenimahalle Karşıyaka mahallesinde küçük bir gecekonduydu. Kayınpeder, kayın biraderler, görümceler, dominant bir kayınvalide ve bir genç kocasıyla birlikte 8 kişilerdi. Sabah erken kalkarak kocasını işe gönderdikten sonra bütün gün ev işiyle uğraşıyor, kayınvalidesinden sadece 10 dakika izin alabilirse Ankara manzarasını izleyebiliyordu.
Evliliğinin 10. ayında yine tüm işlerini bitirdikten sonra gecekondunun kapı önünden kuş bakışı Ankara manzarası izlemek için kapının önüne çıktığında kulaklarında bir uğultuyla başlayan ağrıyla birlikte sarsılarak dengesini kaybetmiş, yere yığılmıştı.
Kocasına haber vererek hastaneye götürdüklerinde doktor şaşkınlığını gizleyememiş aileye çatmıştı. “Siz bu kıza esir yaşamı mı yaşatıyorsunuz” diye sormuştu. Semra’nın kocası “yaptık işte bir eşeklik” demekle yetinmişti.
O günden sonra Semra’nın tutsaklık yaşamı sonlanmıştı. Bu kez de hastalıklarının pençesinden kurtulamayacaktı.
Ben kendisini tanıdığımda bilge bir kişiliğinin var olduğunu sezinlemiştim. Sanki içinde başka bir ben var gibiydi. Kırılgan, hassas bir kişiliğinin içinde isyankâr bir kişilik kendisine “ben buradayım” diyordu.
8 Mart 2010 gününün sabahı bana gelmiş ve yaşam öyküsünü anlatmıştı. Çok hastaydı, ayakta zor duruyordu. Elinde kocaman bir poşet vardı. Poşetin içinde şeffaf bir saklama kabında odun ateşinde kızarmış ve şerbetlenmiş baklavalar…
Bana şöyle demişti. “Hocam, size zamansız geldiğimin farkındayım. Bu sabah saat 5.00 te kalkarak pişirdim. Tekel işçilerinin çadırına gideceğinizi biliyorum. Bunları İzmir çadırına götürün. Bari bugün ağızları tatlansın. Dilerim, hiçbir kadın benim yaşadıklarımı yaşamasın.”
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. İkimiz de suskunduk. Ben ne diyeceğimi bilemedim. Kendisine teşekkür bile edemeden elindeki paketi bana vererek hızlı adımlarla bahçe kapısına doğru sessizce uzaklaştı.
Züleyha Akın – 7 Mart 2021
Foto: Pixabay