İnsanların öldüğünü gördüm. Sevenlerin ayrıldığını. Her gün tekrar eden zulümü ve açlığı. Bütün bunlar bana gösterdi ki, hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir. Hiçbir şey! Ne kariyer, ne servet, ne zeka, ne mevki. Soylu bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız.
Audrey Hepburn
Muğla Datça’nın Taşlık plajına giderken limanı geçince bahçe içinde beyaz badanalı küçük bir ev görürsünüz.
Bir sabah bu evi hayranlıkla izlerken yanımdan geçmek üzere olan bir kadın durdu ve bana seslendi.
“Bu beyaz ev, en az 100 yıllıktır. Ben yaklaşık 10 yıldır buraya tatil amaçlı gelirim. O yıllarda son derece yaşlı bir kadın otururdu. 94 yaşında öldü. Kendisi bu evde doğmuş. Öldüğünde varislerinin satmaması yönünde vasiyet etmiş. Çocukları paylaşamayıp satış yapamayınca uzun yıllar boş kaldı. Nihayetinde buralı zengin bir iş adamı evi kiralayarak restore ettirdi ve bu hale getirdi. Yani sizin anlayacağınız yöresel mimariye bağlı kalınarak yenilenen bu sanat eseri en az 100 yıllıktır.”
Kadını ilgiyle dinledikten sonra “sizin mesleğinizi öğrenebilirmiyim” diye sorduğumda “ben öğretmenim, sınıf öğretmeniyim. İsmim Selma…” dedi.
İlerleyen günlerde hemen hemen her gün aynı plajda karşılaşıyorduk. Ayrıca bir kadın grubumuz daha vardı. Herkes yanında bir şeyler getiriyor ve ortaklaştırılarak tüketiliyordu. Selma Hanım gruba pek de sıcak bakmıyor, sürekli olarak beni teke düşürmeye çalışıyordu. Plaj saatlerimizi değiştirneye karar vermiştik. Bu şekilde geyik ortamından koptuğumuzu sandıysak da yanılmış olduğumuzu görmekte gecikmemiştik.
Sonraki günlerde evli olmadığını eşinin kendisini en yakın arkadaşıyla aldattıģı için boşandıklarını söylemişti. Ben de “bu ihanet olayını kabul etti mi” diye sorduğumda “önce inkâr etti. Ben ısrar edince kabul etti” demişti. Yüzümü buruşturup “erkekler ihanet olayını itiraf etmek zorunda kaldıklarında tuzağa düşürüldüklerini iddia ederler” diye konuyu kapatırken Selma hanım “aynen öyle oldu. Fakat biz artık birbirimize sırdaş ve çok yakın dost olduk” demesi şaşırtıcıydı. Evlilik ihanetle bitecek, kocası kızı yaşında birisiyle bir kaç yıl yaşadıktan, jenni mallığı haricinde tüm mal varlığını kaybettikten sonra genç kadına yetemediği için tekmeyi yeyince eski eşiyle dost, arkadaş hatta gençlerin deyimiyle “kanka” olacak. Olur mu derseniz olur.
Kankalık durumu şöyleydi. Eski koca parasız kalınca faiz ödememek için bankaya gönderilmeyip eski karısı tarafından borç para veriliyor.
İlerleyen günlerde 2 oğlunun olduğunu bildiğimiz halde bir de kız çocuğunun yaşadığını ve aralarının son derece bozuk olduğunu itiraf edince konu esrarengiz bir hal almaya başlamıştı.
Selma Hanım, 80 öncesi üniversite öğrencisi bir aktivist. Okulun en gözde ve gözü kara öğrencilerinden biri. Öğrenci derneğinin yönetiminde…
Bir de sevdiği genç var. O da aktivist. Boykotlarda en öndeler…
Derken okulun disiplin kurulu kararıyla üniversiteden atılıyorlar. Bu kez geçim derdi başlayınca niteliksiz de olsa işe giriyorlar. Erkek, çok da çalışmak derdinde değil. Büyük işler için yaratıldıģını düşünüyor. Selma Hanım, evlenirsek sorumluluk alır düşüncesiyle evleniyor. Kısa bir süre sonra hamile olduğunu anlayınca kocası “ben bu çocuğu istemem, hemen aldıralım” diyor. Doktor ise anne adayının ölüm riskini ileri sürerek kürtaj yap(a)mıyor.
Selma Hanım, bir Nisan sabahı sancılanıyor. Tek başına hastaneye giderek doğum yapıyor. Dünyalar güzeli bir kız doğuruyor. Su gibi olduğunu düşünerek ismini “Su” koyuyor. Annesi gelerek hastane masraflarını ödüyor ve hastaneden ayrılıyorlar.
Artık iş aramak zorundaydı. İki boğaza bakılacaktı. Bir gece kendi evine davetsiz konuklar gelince durumu iyice ağırlaşmıştı. İşin vahim tarafı ise ihbar edenin Su bebeğin babası olmasıydı.
Artık önünde iki seçenek vardı. Ya gidecek kurtulacaktı ya da kalacak, bedel ödeyecekti. O ilkini tercih etti. Bebeğini annesine bırakarak sahte evraklarla yurtdışına çıktı. Bir gün geri dönecek kızını yanına alarak yaşamını kuracaktı.
Yurtdışında en ağır işlerde çalışıyordu. Bel ağrısı dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Bel fıtığı öncesinde de vardı fakat burada daha da nüksetmişti.
Mültecilik zor zanaattı. Bir de kadın olmak ondan daha da zordu.
Yıllar sonra ülkesine döndüğünde kızı kendisini yabancılamıştı. Kendisine “anne” demiyordu, dahası hiç bir zaman demedi ve demeyecekti.
Artık yapacak çok fazla bir şey yoktu. Üniversitede öğrencilere af çıkmıştı. Derslere yoğunlaşarak mezun olmayı kafasına koymuştu. Kızı kendisini evde istemediği için küçük bir çatı katı kiralamıştı. Okul bittiğinde bir süre özel okullarda çalışıp sonra kamu sektörüne atlamayı başaracaktı. Sonunda başardı.
Öğretmenlik yıllarında zengin bir iş adamıyla tanışarak evlendi. İlk ve ikinci çocuk erkekti. Selma hanım kız çocuk istiyordu. Hayal kırıklığı yaşamıştı.
Çocuklar biraz büyüyünce onları karşısına alarak “sizin bir ablanız var” demişti. Hep beraber ablayı ziyarete giderek eve döndürmeyi başarmışlardı. Oysa ablanın eve gelmesi sonun başlangıcıydı. (!)
Abla, tüm aileye düşmandı. Elinden gelen her kötülüğü yapmaktaydı. Aileyi geri dönülmez bir yola sokacak, mahvedecekti.
Selma Hanım, bu bölümde konuşmak istemiyordu. (?) Gizlediği bir şey vardı. Yetişkin bir genç kız aileye katılarak bu ailenin mahvolmasına neden olmuştu. Bu durumun nasıl gerçekleştiği belirsizdi.
Çıkmaz bir sokaktaydı. Belki de yolun sonuna gelmişti. Önce eşi sonra da kızı evi terk etmişti. O gece çocuklarını uyuttuğunda dolabındaki ilaçları avucuna dökerek yutmuştu. Büyük oğlu Mahir, uyanmış ve annesinin moraran yüzünü fark etmişti. Acil servisi arayarak annesini ölümden kurtarmıştı.
Selma Hanım için o günden sonra hiç bir şey eskisi gibi değildi. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğini yapamayacak duruma gelmişti.
O artık bir Demans hastasıydı ve iyileşme olanağı yoktu. Zorunlu emeklilikte karar kılındıģında artık iyiden iyiye boşluğa düşmüştü.
O nedenle Mahir ve Sinan karar vermiş, annelerini tatile göndermişlerdi.
Selma hanım, sigarasından son bir nefes çekti ve birazdan pansiyona giderek ilişik keseceğini söyledi. Amacı benimle vedalaşmaktı. İkimiz de vedaları sevmiyorduk.
Ayağa kalktık. Sanki ertesi sabah buluşacakmışız gibi kucaklaştık.
Gözleri dolmuştu. Yüzüme bakamadı. Başını yere eğerek “belki bir gün seninle Konur Sokak’taki Mülkiyeliler Birliği’nde söyleşi yaparız” diyerek hızla yanımdan uzaklaştı.
Beyaz Evi geçerek yokuşu tırmanırken ben arkasından bakakalmıştım. Tepeye ulaştığında “bekle beni, bir gün mutlaka sana geleceğim” diye bağırıyordu.
Züleyha Akın – 12. 08. 2020