2.8 C
Almanya
Salı, Kasım 19, 2024

Reçel – Züleyha Akın

Yakın bir arkadaşım benim reçel sevdiğimi düşünerek emek vererek reçel pişirdikten sonra ilk buluşmamızda elime 1 kavanoz reçel tutuşturdu. Bir reçele baktım bir de arkadaşıma… Sustum.

12 Eylül 1980 yılının yıllarda yerel yönetimlerde çalışıyordum. İşyerinde birebir anlaştığımızı çok iddia etmesem de üniversite öğrenciliğimde bana ders notlarını vererek, okulu bitirmeme önemli ölçüde destek veren aynı okulun aynı bölümünde ve aynı zamanda aynı işyerinde çalıştığımız bir arkadaşımdı.

İsmi İsmet Mürşid olan arkadaşım, ilk bakışta içinizin kaynadığını hissedeceğiniz sıcakkanlı ve bir o kadar da espritüel bir insandı. Her saat değil her dakika yüzünde gülümsemesi eksik olmazdı. En kötü zamanlarımızda bizi güldürmeyi nasıl başarırdı hâlâ bilemem.

Sanırım 5 veya 6 kardeşlerdi ve en büyükleri yani çalışarak eve ekmek götüren kendisiydi. Küçük kardeşleri okula gidiyorlardı. Bir de Dünyanın en iyi kadını annesi vardı. Anne, yaşam boyu Malatya’nın fıstık tarlalarında iki büklüm çapalamaktan kaynaklı olarak beli ağrıyan fedakâr biriydi. Evde hiçbir malzeme olmasın yine de bir sıcak çorba pişirir önümüze koyardı. Ben yaşamım boyunca Iraz Ananın çorbasından daha güzel çorba içmedim diyebilirim.

Baba mı dediniz? Baba, evin tek gelir getiren oğlunun maaşını Iraz Ana’dan zorla aldığı parayla kahvede oyun oynamaktan başka işlevi olmayan biriydi. Evleri kiraydı fakat çok derdi değildi. Ev kirası ve mutfak harcamaları kendisini ilgilendirmiyordu.

12 Eylül’ün haftasında işyerine gelen 4 sivil görevli İsmet arkadaşımızı alıp götürdüler. İşyerinde almasalardı evinden alacaklardı.

İfadesini alarak bırakırlar diye birkaç gün bekledik, sonunda evine telefon ederek durumdan haberdar etmek zorunda kalmıştık.

Akabinde Iraz Anne işyerine gelmişti. Kolu kanadı kırık bir anne kuş gibiydi. Heyecanlı heyecanlı bize sorular sormaya başladı. Kimse İsmet’in akıbetini bilemiyordu. Anneyi teselli edecek sözcük bulmakta güçlük çeksek de bir şekilde düşüncelerimi ifade ederek, bir de gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmak yerine daha çok teselli ederek ana kapıya kadar uğurlamak istemiştik. Iraz ana hepimizi tek tek kucaklayıp öperek bizi bağrına basıyordu.

Ana yola çıktığında gözden kayboluncaya kadar arkasından bakıyorduk. O anda kafamda şimşek çaktı. “Yol parası var mıydı acaba” diye düşündüm. Bir grup arkadaş koşarak yanına gittik. Ana durağa gitmiyordu, ne kadar kestirme yol bilemiyorum fakat işyerine yürüyerek geldiği için yine yürüyerek gidecekti. Evlerinin uzaklığı yaklaşık 45 km vardı. Yaklaşık 1.30 saatte yürüyerek evine ulaşacaktı. Çünkü cebinde yol parasının olmadığını o zaman öğrenmiştik. Acı gerçeğimizle yüzleştiğimizde bu durumu daha önce neden akıl edemedik diye de kendimize kızmıştık.

Aradan 45 gün geçtikten sonra savcılık ifadesi ve tutukluluk sürecini cezaevi aylarına yerini bıraktığında artık haber alabilir konumuna geçmiştik. En azından yaşıyordu. Bu da yeterdi bizim için.

İsmet bırakıldığında Balgat tarafındaki gecekonduya ziyaretine gitmiştik. Yine okuldan ve işyerinden aynı gruptuk. Iraz ana bizi kapıda karşılamıştı. İsmet içerdeydi, küçük antreyi geçip salona girdiğimizde bize boş boş gözlerle bakıyordu. O kapkara gözlerinde hiçbir işaret göremiyorduk. Yanımdaki arkadaşımız “İsmet bak kardeşin geldi. Beni kucaklamayacakmısın” dediğinde İsmet bir sağ koluna bir de sol koluna baktı ve gözlerinden birer damla yaş süzülerek gömleğine aktı…

Her iki kolunu da kullanamıyordu. Fizik tedavisi görse bile yıllarca kollarını kullanamayacaktı belki de. Müthiş sağlam bir iradesi vardı arkadaşımızın. Ben başaracağına inanıyordum. İyi de bu tedaviyi nasıl görecekti. İşyerine başlatılmayacaktı. Ayrıca evde tencereyi nasıl kaynatacaklardı?

Sonraki süreçte hepimiz birbirimizden kopmuştuk. Aradan 8 veya 9 yıl geçmişti. Bir gün arkadaşımı işyerinde ziyaret etmem gerekiyordu. Hangi serviste çalıştığını bilemediğim için koridor boyunca sıra sıra dizili tüm odaların kapısını açarak tek tek bakıyordum. Koridorun en son kapısını açmama gerek kalmamıştı çünkü kapısı açıktı. Birden o kara gözlere denk geldim bana “sen mi geldin. Şükür kavuşturana” demişti.
Gözlerine inanamadım. Ses İsmet’in sesiydi. Odada iki masa vardı. Yan masada oturan kişi de kendisiyle aynı davadan yargılanan Öner’di. Çok sevinmiştim. O günkü işimi erteledim. Yaklaşık yarım saat görüştük.

Züleyha Akın

Ertesi gün birlikte kahvaltı yapmaya karar vermiştik. Üçümüz de iştahlı insanlardık. O nedenle açık büfe bir cafeye rezervasyon yaptırmıştım. Masalarda yok yoktu. İsmet masada gözünü reçel kabına dikti, garsonu çağırıp “ben asla reçel yemem” diyerek iade etti. Öner’le ben bakıyorduk. Doğal olarak bize bir açıklama borçluydu.

İsmet işkencede Filistin askısına alınmış, bir çok uygulamalardan geçince açlıktan, susuzluktan ve acıdan bayılmak üzereymiş. İşkenceci habire soru soruyor yanıt bekliyormuş. Hiçbir isim / bilgi v.s. alamayınca bu durumu kendi lehine değerlendirmek için arkadaşımızın gözlerine siyah bant bağlayarak kısa bir süre dışarıya çıkmış. Demir kapı gürültüyle açılmış, İsmet’in gözbağı indirilmiş işkencecinin elinde üzerine reçel sürülmüş bir dilim ekmek varmış.

“Bunca çabama rağmen tek kelime konuşmadın. Ödül olarak al bu reçelli ekmeği ye” deyince İsmet elinin tersiyle reçelli ekmeği itmiş. Ekmek dilimi yerde. İsmet “ben bu ekmeği yersem sen bana işkence etmeye devam edeceksin. Çünkü şeker kısa sürede kana karışacak ve ben tekrar dirileceğim. Ben yemem” yanıtını vermiş.

O günden sonra hiç reçel yememiş.

Not: Arkadaşımızın bu dönemi Erbil Tuşalp tarafından derlenerek BİN TANIK kitabında yer almıştır. İsmet işkence tanığı olan bin kişiden biriydi.

Züleyha Akın / 14.09.2021

Son Haberler

İlgili Haberler