Gençlik yıllarımızdı. 12 Eylül’ün ayak dersleri duyuluyordu. Üniversite öğrencisiydim. Okulu hiç aksatmazdım fakat sınıfa ders dinlemeye girmezdim. Okul nasıl olsa bitecekti. Bitince ne olacaktı?
Öğrenci kitlesinden kopmamamız gerektiği için okulun bitmemesi gerekiyordu. Son sınıfa geldiğimizde tek dersten uzatmaları oynamak en iyisi olacaktı.
Gençtik, yine de erkek arkadaşlarımızla duygusal bağlarımız olmazdı. Olanlar ise açık vermezler, sevgilerini de acılarını da içlerinde yaşarlardı. Sevmek bir zaaftı. Esasen bizim jenerasyon zaafları asla af etmezdi.
Erkek arkadaşlarımız apolitik kızlarla ilgilenirlerdi. Bizden olan kızlarla ilgilenmelerine gerek yoktu. Bir gün öğrenci komitesi toplantısında karar alındı. Bize apolitik erkeklerle ilgilenme (duygusal anlamda değil) görevi verildi. Görevden kaçmak olmazdı.
Sınıfın en silik, en zor, en geçimsiz erkeğiyle ben ilgilenecektim. Üniversiteye gelinceye kadar bir tek kitap okumuş. O da yazarı Oğuz Özdeş miydi neydi, “Vatan Borcu” diye bir kitap. Çocuk, sağ yanımda oturuyor. Duvar dibinde oturttum ki söylediklerimi anlamazsa duvara kafasını toslayacaktım.
Felsefeden anlatmaya başladım. Abimde tık yok. Dahası hiç bir yaşam belirtisi de yok. Sadece gözlerime bakıyor. Anlayıp anlamadığına ilişkin gözlerinde bir anlamlı ifade göremiyordum.
Oysa ben, öğrenci olmama rağmen o zaman bile iyi bir eğitimciydim. İçimden “belamızı bulduk, kaybetmesek bari” diyordum.
Haftalar geçti. Bunca konu anlatmışım. Tek bir soru sormaz mı insan? Sormadı.
Bir gün çok heyecanlıydı. İlk sorusunu sordu. “Sen pilav pişirmeyi bilirmisin Züleyha?”
İçimden “şimdi ne alaka!” diyerek sinirlenmiş. “Hayır, bizim işimiz pilav pişirmek değil. Daha önemli işlerimiz var” diyerek sesimi yükseltmiştim. Yanıtı gecikmemişti.
“Siz kızlar, devrim yapmayı değil pilav pişirmeyi öğrenin. Yoksa hepiniz evde kalacaksınız!…”
Olayın tuhaf yanı şuydu. O yıllarda yasal olarak (evrak üzerinde) evliydim fakat evli olduğumu kimse bilmiyordu.
O anda benim sinir katsayım yükselmişti. Yakasını kavrayıp tüm gücümle kafasını duvara çaktım. “Toook” diye bir ses çıktı. Aynı anda dersliğin kapısı açıldı. Gazi Der’in öğrenci liderlerinden bir arkadaş içeriye daldı ve genci elimden aldı. “Züleyha, yeter senin işin buraya kadardı. Bundan sonra biz ilgileneceğiz.” demişti.
Nasıl ilgilenildi bilmem. Yıllardan sonra bir gün Ankara Kızılay Meydanında Beşevler’in Ülkü ocakları başkanı Ziya’nın kolunda görmüştüm. Beni tanımamazlıktan gelmişti. Oysa Ziya Gazi Eğitim Enstitüsü FKB koridorlarından beni iyi tanırdı. Garibim beni tanımamaktan gelecekti yoksa Tanrı diye taptığı faşosuna (pilav yüzünden) bir kadının saldırısına uğradığını nasıl anlatacaktı.
O günden sonra ben pilav sevmem. Dost sofrasında nezaketen bir veya iki kaşık alırım o bile bana işkence gibi gelir.
Oysa pilav pişirmeyi iyi bilirim. İkincisini öğrendim de birincisini hala öğrenemedim. Anlaşılan kötü bir öğrenciydim.
Züleyha Akın – 23 Haziran 2018