Saat sabahın dördüydü… Saat her ne kadar çalar cinsinden olsa da, çalmadan bir kaç dakika önce, O uyanıp kalktı. Az vakti vardı, çok az; bir buçuk… çatla iki saat içinde marulları ve soğanları söküp bağ yapacak, dünden toplayıp hazırladığı semizotlarını çuvallayacak, turpları naylonlayacak… eee bir de vakti kalırsa; yufka ekmeğine sardığı çökeleğini, akşamdan kalma çayının eşliğinde yiyecekti.
Saat sabah altıda, ilk seferini yapacak Harmanören köy otobüsüne binip, şehrin yolunu tutacaktı. Evinin önündeki ve köy mezarlığının ardındaki dedesinin dedesinden kalma, toplamda yüzseksen metre kare tarlalardan topladığı zerzevatı, otobüsün bagajına yüklemek her zaman sorun olsa da, başka şansının olmadığını sağır sultan dahi biliyordu. Biliyordu bilmesine de, şoför yetmiş iki yaşındaki kadına her Salı sabahı sorun çıkartmadan da duramıyordu.
“Ana, bunları tüm köylü gibi kamyonetle göndersen de, biz de uğraşmasak ya!”
“Üç kuruşa sattığımı bilmiyormuş gibi demesene öyle Ayşa’nın enciği, kamyonete verecek para mı var bende?”
Köylüler de lafa karışmadan duramazlardı:
“Belediyenin değil mi len bu otobos? Sen ne karışeyon? Uncacık şey için para mı ödesin kocakarı?”
Her Salı sabahı benzer şekillerde tekrarlanan tiyatro, şehirde kurulan pazarının karşı köşesindeki durakta sonlandığında; Saide anayı, çuvalların, naylonların ve her tür yükün, pazardaki köylü için ayrılmış yere taşınması telaşı sarardı. O her seferinde yol boyunca karalar bağlayıp bunu düşünür, “otobos” durup yükünü indirdiğinde telaşı had safhaya çıkar ama her zaman bir kolay yol bulunurdu. Ya aynı “otobos” da olanlar, ya da aynı sokağa tezgah açan diğer köylüler severek yardımına koşarlardı.
Bugün de farklı değildi: Çuvalları eş dost eşliğinde her Salı günü konuşlandığı yere getirilmişti. Ürünlerini önüne dizmiş, otobüsü kaçırırım korkusuyla bitiremediği yarısı yenmiş çökelekli yufka ekmeğini, olmayan dişleriyle dişlemeye çalışıyordu. Güneş doğup da, gözüne gözüne ışıkları girdiğinde; göz kapakları ve başı yer çekimine yenik düşer, tilki uykusunda rüya bile görürdü.
sent Bugün, 20:10
Rüyalarında en çok gelinini görürdü; genel müdür karısı gelini! onu beğenmez, kocasının da görüşmesini hiç istemezdi. O, ona rüyasında hep bir bardak su verirdi. Gelin suyu içmez ihtiyarın yüzüne çalar, buz gibi olan Saide ana tilki uykusundan uyanırdı. Pazar yavaş yavaş hareketlenmeye başladığında canlanır, ürünlerini bir an önce bitirmek için, “sosyetik karıların” “göbekli erkeklerin” umarsızca yaptıkları nazları sineye çekerdi. İki liralık marulu bir liraya isteyenler, beş tane semizotu isteyip yarı fiyat önerenler, “Bir tane turpu da eşantiyon ver” diyenler… zabıtası, belediyenin işgaliye toplayan memuru, diğer bir kısım köylülerin ürünlerine burun kıvırması derken, çekilecek kahır olmasa da, elden ne gelirdi?
Yirmi iki tane marul, bir o kadar taze soğan onaltı bağ semizotu, yirmi bağ kadar turp… etse etse ne ederdi; yaptığı indirimlerle eline her Salı, yüz yirmi ile yüz elli lira arasında para geçerdi. Beş gidiş, beş de geliş “otobos” parasını da düşersen onun için yine de iyi paraydı, güzel paraydı, temiz paraydı… O, öyle düşünüyordu.
Bugün hava nispeten sıcak da olsa, O üşüyordu. Zerzevatı bir an önce bitirecek, ilk otobüsle köyüne dönünce, tarhana çorbasını kaşıklayıp yorganın altına girecekti. Hasta olursa ona kim bakardı? Bir kocası vardı… beş sene önce, zamanı gelince onun da gideceği yere gitmişti. Bir oğlu vardı… ne onu saran kibirden kendine gelmiş, ne de yıllardır anacığının yanına gelmişti. Eğer her yeri dökülen bu kerpiç ev ve iki ufak tarla para etseydi; bir şekilde oğlunu, gelinini ve torunlarını görebilirdi. Etmiyordu işte, elden ne gelirdi?
Erkenden yok pahasına pazara getirdiklerini bitirmiş, öğlenin ilk saatlerinde kerpiç evindeki çekyatta battaniye sarılmış uyuyordu. Ne kadar zaman geçmiş, ne kadar uykuda kalmış bilmiyordu ama yüz küsur yıllık tahta kapının açıldığını, avluya birinin girip demir kapıya vurduğunu duyuyordu. Gelen komşusu Güdüllülü Nevriye’den başkası değildi. Çaycuma / Güdüllü’den evlendiği yıl buraya gelin gelmişti. On beş yıl orada, altmış beş yıl burada yaşasa da, adı Güdüllülü kalmıştı bir kere…
O da yalnızdı, bir başına. Onun da bir geliri yoktu. Kocaları sigortalı bir işte çalışmamıştı ki, ikisi de “şen dul” olarak banka kuyruğuna girip, heriflerden kalan emekli maaşının tadını çıkartalar! Gerçi onlar her sohbetlerinde “Keşke yaşasalardı da bir köşede otursalardı… varsın para kazanmasın, varsın geliri olmasın” diye iç geçirirlerdi. Devletin verdiği yaşlılık aylığı, koskoca yedi yüz onbir kayme, evelallah nelerine yetmezdi?
“Uyandırdım mı seni Saide? Bu vakitte ne uykusu bu?”
“Üşümüşüm az biraz, erkenden de pazara gidince, öyle işte…yatıverdim.”
“Ben de bütün gün pazardaydın, yemeğin yoktur, gel bizde yiyelim demeye geldimdi.”
“Ahh be Güdüllülü, aç değilim de artık pazara çıkacak gücüm kalmıyor gibi. Haftaya gider miyim bilmem!”
“Aç mıyız açıkta mıyız? Gitme! Yeteriz biz bize. Ektiğimizi yer, fazlasını pazarcılara veririz. Ben yıllardır yok pahasına da olsa öyle yapmıyor muyum? Yufkamızı pişirir, tarhanamızı yapar, kendi yağımızda kavruluruz.”
“Kirlendi bu Dünya, ben onu diyom ahretlik! Olan daha çoğunu, daha da çoğunu, daha da çoğunu istiyor.”
Saide ana’nın son söylediği sözlerden sonra iki ulu çınar, bir müddet sessizliğe bürünmüştü. Sessizliği bozan yine o olmuştu:
“Hiç utanmadım kendimden biliyon mu? Ta ki bugüne kadar. Bir buçuk kaymeye verdiğim marulu bire indirdiydim de eve gelip azıcık uyuyayım istediydim. Neyse… Ayağında deri çizme, elinde deri eldiven, kaşalotun biri ikisine bir lira verecem demesin mi? Çok utandım Güdüllülü!”
“Kadının çizmelerine bakıp da ayağındaki karalastikten mi utandın Saide? Sen öyle kadın değilsin ki be!”
“Yok be daha neler? İnsanların arsızca karşısındakini yok saymasıdan utandım. “Al dedim al, para da verme, lafı mı olur?” Aldı da! Sonra dilenciye atar gibi, bir lirayı marulların üstüne atıp gitti…
Ben kendimden, karalastiğimden, pazar yerinde it gibi titremekten utanmadım Güdüllülü, insanlıktan utandım. Kendinden başkasını düşünmeyen, bir şeylere sahip oldukça arsızlaşan, herşeyin kendinde toplanmasını isteyen karakterden, özüne ve kültürüne yabancılaşan benlikten utandım. O kadından hiç değil, o kadının temsil ettiği güçten utandım.”
“Ayy ahretlik için de, dilin de şişmiş senin! Kadına çok mu kızdın? Ne diyon kız sen?”
“Benim sözüm, benim nazım kendi oğluma geçmiyor Güdüllülü, kadına niye kızayım? Dünyanın geldiği aha da bunca aymazlığa kızıyorum. Kirlenen insanlığın yarattığı saygısızlığa, sevgisizliğe içerliyorum. Yokluk yıllarında bu kadar kötü değildi Dünya. Belki hiç bir şeyimiz yoktu ama birbirimize de hiç bir zaman bu kadar yabancı hissetmemiştik. Üzüldüm işte boşver sen!”
“İyi de Saide bizim yine bir şeyimiz yok ki! Bu yaştan sonra olsa da ben istemem!”
“Tamam tamam, kapatalım bu konuyu da hadi sana geçelim. Öylesine dellendim işte! Artık ne pişirdiysen yaa kısmet…”