Sadettin Öktenay’ın Hicaz bestesi radyoda çalmaya başladığında, ister istemez bir gülümseme gelip gözlerime oturmuştu.
İnsanoğlunun hırsının sonu yoktu. Bireysel hırslar topluma, oradan da devletlere yansıyordu. Bir çok devrimi görmüş; teknolojinin ve bilimin nereden nereye geldiğine tanık olmuş bir neslin temsilcisi olarak, ben de kendime hep aynı soruyu soruyordum.
“Bir kaç damla gözyaşı, kurumuş bir kaç çiçek
Ne kaldı elimizde buruk hatıralardan?”
Çocukken giydiğimiz kara lastikli mes ayakkabımızın yerini, ünlü markaların yürüyüş ayakkabıları almıştı…
Ancak postaneye gidilip edilebilen telefonların yerini akıllıları, lambalı radyoların yerini duvardan duvara televizyonlar almıştı…
Üzerine salça sürülüp yenen ekmeklerin yerini krepler, zeytin bitmesin diye iki kerede ısırıp yediğimiz günlerin yerini açık büfe “brunch”lar almıştı…
Kasabadaki tek, mahalledeki tek… ineklerin de yiyebildiği arabanın yerini, her evde iki araba almıştı…
Ne güzel, ne âlâ…
Bu gelişimlerin insanın karakterine sizce bir etkisi oldu mu? Bence oldu… Kesinlikle negatif bir etkisi oldu!
Sonuçta; insanoğlu “buruk hatıradan” başka hiç bir şeyin önemi kalmayacak günleri yaşayacağını öğrenecekti, ama çok geç öğrenecekti.
Kendinden, ait olduğunu düşündüğü gruptan, partiden, takımdan başka herkese düşman gözüyle bakacak, ötekileştirip yok sayacaktı.
Bir gurup insanın, Ermenistan’ın Azerbaycan’da sivil halkı katletmesini haklı olarak protesto ettiklerinde acaba akıllarına şunlar geliyor muydu?
Kendi ülkesinde yaşanan işkenceler… Helikopterden insanların atılması…
Yasal bir partinin tüm siyasetçilerinin hapse atılması…
Aydın, yazar, gazeteci, muhalif kim varsa tutuklanması…
Yedi düvelle kavgalı ve savaş halinde bir devlet…
Çocuk tacizleri, kadına yönelik taciz ve şiddet, hatta kadın cinayetleri…
Gerçekten akıllarına geliyor muydu? Bu soruyu sormak zorundayım… zira ülke yanarken, bazılarının maalesef hiç sesleri çıkmıyordu. “Aynı şey mi?” deseler de o sesi çıkmayanlar, zulme nereden ve kimden gelirse gelsin karşı çıkmak inançları gereği değil miydi?
Yoksa Hollanda’ya kızıp portakal şişlemek, Amerika’ya kızıp dolar yakıp kolaları sokaklara dökmek, Ermenistan’a kızıp küfürler savurmak, Çinliler’e kızıp Kore’li dövmek daha mı kolaydı?
Teknoloji, bilim, dünya bambaşka bir hal alırken insanlığın bu kadar geri gitmesini açıklayacak bir yöntem bulunabilir miydi?
İnsanoğlu kendisine insan… karşısında kabul ettiği bir kesime nasıl bu kadar “barbar” olabiliyordu?
Sonuçta:
“Acımasız ağını” şimdi örmüyordu zaman…
Her türlü devrimi umarsızca kendi çıkarı için devşirenler, kendilerini yüzlerce yıldır evrimleştiremediler… gerçek buydu!
Her şeyi anlamaya çalışmalıyız. Herkesi kendi çerçevesi ve doğrularıyla değerlendirmeye gayret etmeliyiz. Devrimcisi, ülkücüsü, dincisi, sağcısı, solcusu, statükocusu, ilericisi… fikren ayrılabilir, buna saygı duymalıyız.
Peki sevgili okurlar… İşine geldiğinde insan olup haksızlığa tepki koyan; işine gelmediğinde kör, sağır ve dilsizi oynayanlara nasıl saygı duyacağız?
Siz cevabınızı içinizden ya da yüksek sesle verirken, benim kulağım yine radyodaki Hicaz esere gidiyor…
“Birkaç damla gözyaşı, kurumuş birkaç çiçek Ne kaldı elimizde buruk hatıralardan?”