Kitap okumaktan gözlerim yorulunca, bomboş evde birilerini bulacakmışım gibi odadan odaya dolaşmak, beni az da olsa germişti. Bu yorgunluk ve gerginliği gidermenin en iyi yolunun küçük bir şekerlemeden geçtiğini biliyordum.
Mobilyacıların, herkesin kıçının ölçüsünü bildiklerini düşündüğünden, adına “üçlü koltuk” dedikleri ama beş kişinin rahat rahat oturacağı koltuk, biraz kestirebilmek umuduyla gözüme güzel gözüküyordu. Bomboş ve an itibarıyla kasvetli gelen evde, esnerken çıkarttığım seslerin ninnisinde gözlerim kendiliğinden kapanıyordu…
Uykuda geçen bir süre sonra, garip gelse de kelimde dolaşan bir el hissediyordum. İnsan sevdiği birinin saçını okşamaktan keyif alır elbette ama ben ve saçım çoktandır birbirimizden kopmuştuk. Kelimde dolaşan o ele uykunun girdabında bir anlam veremiyordum.
Yavaş yavaş kafamı çevirip elin sahibine doğru döndüğümde, içinde kaybolduğum mavi gözleri görünce gülümsedim. Başka kim olabilirdi? Gittiği ve mutlu olduğuna inandığım o yerden yine beni dürtmeye(!) gelmişti.
“Merhaba… Merhaba tatlım. Tembelliğe iyi alıştın, lütfen kalk. Kafanda kurguladığın yeni kitabına henüz başlamak istemesen de bir şeyler yazmalısın.”
“Bırak uyuyayım Sabahatçim, yorgunum.”
“Odadan odaya yürürken mi yoruldun? Canımın içi, bahane üretmesen olmaz mı?
“Sürekli beni mi izliyorsun? Gittiğin yerde daha keyifli bir eğlence bulamadın mı?”
Kelimi okşamaya ve gülümsemeye devam ediyordu. Cevap vermesine fırsat tanımadan konuşmayı kaldığım yerden sürdürdüm.
“Yazmayı sevsem de ara vermek istiyorum. Biraz haytalık yapsam olmaz mı? Boş boş otursam, çıksam sokaklarda sürtsem, denize ayaklarımı soksam, kaldırımı yastık yapıp yerlerde uyusam, bir ağacı siper edip kimseyi umursamıyormuş gibi işesem mesela… Olmaz mı?”
“İlk romanının yayınlandıktan sonraki hayal kırıklığını hatırlıyor musun?”
“Hoppala! Ben ne diyorum, sen ne soruyorsun?”
“Kendi künyesini bile yanlış yazan yayınevi, kitabın bir sürü hatalı ham halini, ilk halini… yanlışlıkla(!) basmıştı. Emeğinin, birikiminin heba olduğuna üzülmüştün.”
“O korkunç günleri hatırlattığın için çok sağol!”
“O zaman bile yazmaktan vazgeçmeyi ya da ara vermeyi düşünmedin de şimdi bu neyin arası?”
“Yazmak heyecan olsa da okumak umuttur. Yazdıklarım okuyucunun gözlerinin umutla, sevgiyle, heyecanla ya da neşeyle parlamasını sağlamayacaksa ne anlamı var? Ülke günlerce yandı, ağaçlar ve canlar hala da yanıyor. O afet bitecek derken seller ve yıkımlar çıka geldi. Onlarca insan yitti. Irkçılık almış başını gidiyor. Yangın ve sel gibi felaketlerde bile ağızdan çıkanı kulaklar duymuyor. Bilerek ve isteyerek yakanın, söndürmek için elinden geleni yapmayanın… dere içlerine rant uğruna ev yapanların ve yapılmasına göz yumanların; ırkı, dini, inancı, amacı ne olursa olsun nefretle kınayacağına “bizim cenaha” toz konmasın diye insanlar kılıktan kılığa giriyor. Ülke cadı kazanı gibi. Ne yazayım Sabahat? İçimde umut ve neşeden eser yok ki… okuyucuya ne vereyim?”
“Çok güzel günlerin yaşanmadığını kabul ediyorum. Gerek afetler, gerekse insanın insana tahammülsüzlüğü yormuş seni, anlıyorum. Bosna’dan bir gece vakti; değerli ya da değersiz hiç bir şey alamadan, aç sefil yola çıkıp sonunda İzmit ‘e ulaştığımızda biz yorgun değil miydik? Yorgunluk ve keyifsizlik insani durumlar lakin umutsuzluk da neyin nesi? Umutsuz olmak… insanoğluna, sana yakışır mı?”
“Çok küçüktün değil mi?”
“Evet, küçüktüm. Geride bıraktığım oyuncaklarım, oraya ait hayallerim, unutamayacağım arkadaşlıklarım elbette yoktu. İnsan küçük de olsa, doğduğu yeri bırakıp belirsizliğe yolculuk yapmasını kolay mı sanıyorsun?”
“Ben değil belki ama çoğu insan ikilem yaşıyor. Geliş şekliyle ilgili ne yaşanırsa yaşansın, göçmenlere sempati ile bakanları da göçe karşı olanları da dinliyorum, izliyorum ve her iki duyguyu da anlamaya çalışıyorum. 1850 li yıllarda başlayan göç dalgaları zaman zaman dursa da bu ülke toprakları her daim göç alan bir yer olmuş. Kimi transit geçmiş, kimi sığınmacı olmuş.”
“Haklısın… Tatar, Gürcü, Çeçen, Çerkez, Türk, Kürt, Dağıstanlı, Laz, Arnavut, Pomak, Arap, Bulgar, Boşnak, Azeri, Rus, Alman… Say say bitmez.”
“Alanya’da Belediye Başkanlığı seçimine giren bir Alman’ın (Çifte Vatandaş) adaylığı çoğu yüzde gülücükler açtırırken, Suriyeli ya da Afgan’ların bu kadar nefretle karşılanması sosyolojik ya da psikolojik bir sorunu çağrıştırmıyor mu?”
“Bakış açına bağlı tatlım. İnsanlar, sağlıklı düşündükleri zaman ancak farkına vardıkları bazı utanacakları söylemleri ya da davranışları ne zaman sergilerler biliyor musun?”
“Ne zaman cancağızım?”
“Güvende olmadıklarını hissettiklerinde, güven duymadıklarında, kandırılmış hissettiklerinde, yalan yumağının bir ucunu çözmeye başladıklarında… özellikle de korktuklarında tepkisel olurlar.”
“Bu tepkisellik insanlığımızın önüne geçmemeli ama Sabahat… Göçle gelen insanlara karşı nefret dilini bir kenara koymalıyız. Politikaları tartışalım, neden sonuç ilişkilerini ortaya koyalım, kaygıları dillendirelim… Alınması gereken önlemler varsa yüksek sesle erk sahiplerine hatırlatalım. İnsanlığımızı ve vicdanımızı bir kenara bırakıp; ileride kendimize, çocuklarımıza, torunlarımıza izah edemeyeceğimiz söylemlerden kaçınmalıyız”
“Neyse… Ben artık gideyim, sen de tembelliği bırakıp kalk. Olan bitenler karşısında suskun suskun üzülüp daralacağına, yazarak rahatla.”
“Sabahatçim, yanan yerler tekrar yeşerir, mal mülk bir şekilde yerine gelir. Selin götürdükleri tazmin edilebilir. Trajedi olarak gördüğüm her tür can kaybı için duygular küllenebilir… İçimizde ölen insanlığımızı tekrar nasıl dirilteceğiz?”
“Değiştiremiyeceğin hiçbir şey için üzme kendini. Herkesle aynı düzlemde buluşabileceğini sanmıyorsun ya! Her insan, kendi bildiğini, inanışını, doğru kabul ettiklerini savunur. Çok normal değil mi? Sen yaz… Düşüncelerini açıkla ve gerekli çağrıları yap. Bir kişi bile “galiba haklı” derse amacına ulaşmaz mısın? Gerisi herkesin kendi bileceği iş ve sadece saygı duy oğlum. Hadi kalk artık, ben gidiyorum.”
“Gitmeden eski günlerdeki gibi bir Boşnak Böreği yapsan! Kimseye göstermeden bir tepsiyi mideye indirsem… Olmaz mı?”
Cevap vermemişti. Kelimdeki el gittikten bir süre sonra gözlerimi açıp, yüzümdeki gülümsemeyle “beşli koltuğa!” oturdum.
Haklıydı… Susmak da bir nevi eylem ama haksızlığa ve yanlışa ses çıkartıp tepki koymak kadar onurlu olmadığını düşünüyordum.
Yangında ve selde yitirdiğimiz tüm canları saygıyla anarken, ırkçılık hastalığı ile bitap düşmüş herkese acil şifalar diliyorum.
Günaydın ve uzun zaman sonra MERHABA dostlar… Afetsiz ve acısız bir haftayı yaşamanız dileğiyle…
Kenan Çığır
16.08.2021
Antalya