Hasan feribottan inip gümrük işlerini tamamladığında, günübirlik geldiği adadaki işleri için vaktinin yeteceğini anlayınca rahatlamıştı. Her ne kadar turiste ve harcayacağı paraya ihtiyaçları da olsa, bu adada gümrük işlemleri hep uzardı da uzardı. Halklar birbirini düşman olarak görmese de, devletin ceberrut yüzü buradaki polise ve gümrük memurlarının davranışlarına yansıyordu. İşlerini yapıyorlardı yapmasına da; lütuf gibi, zorunluluk gibi, istemeye istemeye, suratsızca yapıyorlardı.
Polisin kendisini gözlerinden tanıyacakmış gibi dik dik bakmasından rahatsız olmadan beklemiş, sonunda pasaportuna “giriş” damgası vurulmuştu. Sırt çantası arandıktan sonra, o boğucu odadan kendisini limanın serin havasına attığında, yapacaklarını kafasından geçirerek hızlı hızlı yürümeye başlamıştı.
İstanköy adasına onlarca kez gelmesine ve pazarlama harikası koca bir yalan olmasına rağmen, Hipokrat Ağacı önünde bir kaç dakika durup, ağacın güzelliğini tekrar duyumsamış “Yalansa yalan, ulu bir ağaç işte tadını çıkart!” diye kendi kendine söylenmişti. Oniki metrelik taç çapına sahip bu ulu çınarın gölgesi altında, Hipokrat’ın öğrencilerine tıbbi eğitim verdiği efsanesi hiç bir zaman ispatlanamasa da, yüzyıllardır süregelen efsane turistleri cezbetmeye yetiyordu.
Ağaçla vedalaştıktan sonra limanın dışında gözleri Nicolay’ı aramış, tezgahını görse de kendisini görememişti. Tezgahın hemen arkasında sabah kahvesini içen Heleni’yi görünce rahatlamıştı. Heleni de onu kırk yıllık dostunu görmüş gibi karşılamış, yanaklarından şapur şupur öpmüştü.
“Merak etme Hasan, saat öğlen birde Dimitri’nin lokantasında ol, abim de orada olacak. Evde dinleniyor işte, yaşlılık! Atina’dan beni yazın zorla buraya getiriyor ki, yaptığı resimleri onun için ben satayım! Ne yapacaksın kuzum, akraba işte!”
Hasan, Heleni’nin yanından ayrılıp köy meydanına doğru kahve içmeye giderken, restoranlarda sabah telaşında olan bir çok emekçiyle selamlaşıyordu:
“Hoşgeldin komşi!”
“Merhaba arkadaşım!”
Köyün meydanında her zaman oturduğu ve sabah kahvesi içtiği kafede, Kosta’yla da birbirlerine takılmadan duramazlardı.
“Türk kahvesi, sade olsun Kosta!”
“Greek coffee hazır, afiyet olsun Hasan!”
Ha Türk , ha Yunan kahvesi ikisi de aynı şeydi işte! Maksat gırgır olsun. Suyun iki kenarındaki insanların birbirine geçmiş o kadar çok özelliği vardı ki, bir kahvenin lafı mı olur?
Hasan bu gün, liman ve etrafında çok mülteci görmüştü ama adanın içlerine çıkmalarına izin verilmediği için meydan sakindi. Daha önce Nikolay ile görüşmelerinde aldığı notları çıkartıp göz atması için bir hayli zamanı vardı. Mübadele ve göç ile ilgili, içinde imkansız aşk olan bir roman yazma çabasındaydı. Her ayrıntı eserini güçlendirecek ve kurgu da olsa gerçeğe yaklaştıracaktı. Ortamın da sessizliğinden faydalanıp, o notların içine süzüldü. Buluşma vaktine doğru diğer yapması gereken işleri tamamlamış, adanın çok sevdiği baklasından da alıp çantasına koymuştu.
Saat bir olmuş, Hasan tam vaktinde Dimitri’nin lokantasından içeri girmiş, Nicolay’ı her zamanki masasında oturur bulmuştu. İki dost öpüşmeden sarılmışlar, ikisinin de sırtında ellerinin çıkardığı seslere gülümsemişlerdi. Nicolay, Nikos Kazancakis’in Zorba’sında oynayan Anthony Quinn gibi kara kuru, uzun parmaklı elleri ve her daim gülümseyen yüzüyle işte karşısındaydı… Ellerindeki boyaları görenin daha çok badana boya işlerinde bir adem sanacağı dostu, harika bir ressamdı. Sanatçıydı, duyguluydu ve muhalifti. Hoş beş faslından sonra sohbet dolu dizgin gidiyordu:
“Nasıl yani, gerçekten sizleri kendilerinden görmüyorlar mı Nicolay?”
“O kadar çok mübadele, o kadar çok gelen giden olmuş ki onlar da bıkmışlar herhalde. Lozan’dan sonra göç hızlanmış, ailem de 1955 yılında gelmiş Atina’ya. Meşhur… 6-7 Eylül olaylarından sonra. Bize başka gözle bakarlar, ikinci sınıf vatandaş gibi! Sevmezler, inan ki hor görürler! Kimin umurundaysa? İstanbul’daki dostluk, anlayış, yardımlaşmayı burada bulamazsın. Biliyorsun oğullarım orada yaşıyor, ne kadar “buraya gel” deseler de gönlüm el vermiyor. Annemi babamı düşündüğümde, çektiğimiz çileler geliyor aklıma ve kıpırdamıyorum. Hem artık yaşlandım, ne gereği var?”
“Sürgün, göç, mültecilik zor işler dostum… haklısın. Aynı dili konuştuğunuz bu topraklarda bile sizi sevmiyorlarsa, söz bitiyor. Limanda bekleşen dil bilmez, meslek bilmez, beş parasız, sadece ölmemek için doğduğu yerleri terkeden o insanlar, çoğu insanın gözünde yük hatta düşman oluyor. İnsanın köklerinden kopması ne kadar canını acıtsa da, rüzgarlarda yaprak gibi savrulmak da kolunu kanadını kırıyor.”
“Belki konuyu değiştireceğim ama Hasan seninle sohbeti seviyorum. Neden biliyor musun? Çünkü dinliyorsun. Bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum: Herhangi bir sohbet esnasında, bir şeyler anlatırken soluklanmak için es vermeye gör, hemen dinleyici durumuna düşüyorsun. İnsanlar dinlemiyor, konuşma sırasının kendisine gelmesini bekliyorlar. Karşısındakinin söyleyeceklerindense kendi söyleyeceklerini daha değerli buluyorlar. Sen dostum, dinlemesini biliyorsun.”
“Sevgili dostum, dinlemeden nasıl öğrenebilirim ki? Ülkemde verdiğim eğitimlerde bir topluluğa ‘Herkes telsizle konuşsa, nasıl olur?’ diye sormuştum. Katılımcılar bu fikire bayılmıştı. Telsizle konuşurken aynı anda konuşmak mümkün olmadığı için; karşı tarafın sözünün bittiğini anlamak, rol çalmamak, söz kesmemek, kendi anlatacaklarına yüksek değer biçmemek daha kolay olur diye, herkes benimsemişti. Neyse… Irina! Anlat dostum, anlat ki birlikte onu ölümsüzleştirelim.”
“Öldü O! Ne dediğini anladım ama ölmüş işte benim canparem. İyi ki gitmiş, görmüşüm onu. İlk aşkımdı, ilk göz ağrım. Onlarca bedel ödeyen, hayatını feda eden kadınlardan biriydi… Onların her biri kahraman küçük kadınlardı. Eylül olayları patlak verdiğinde ikimiz de on beş yaşlarındaydık. Onu alelacele bir Türk’le evlendirdiler. Diğer kahraman küçük kadınlar gibi. Rum kızları Türk erkekleri ile evlenirse, göç etmek zorunda kalan ailelerin malı mülkü çarçur olmayacak, malların üzerinde kızlarının hakları olacak ve güya bir gün aileler geri dönebilirlerse mallarına tekrar kavuşacaklardı. Türk erkekleri ve onların aileleri yedi emin, rum kızları sığıntı olacaktı… Ne büyük trajedi, ne büyük günah, ne büyük acımasızlıktı.”
Son cümlesinden sonra Nicolay, lokantanın camından nemlenen gözlerini denize çevirmiş, susmuştu. Hasan dostuyla birlikte sessizliğini korurken, aklı romanının kahramanlarındaydı. Yazabilir miydi? Bu kadar acıyı okuyucunun gözünde bal eyleyebilir miydi? Yoksa bazı olayları ve duyguları yaşandığı yerde bırakıp, saygıyla üstünü örtmeli miydi? Bilmiyordu… İlk konuşan Nicolay’dı:
“Bazıları ziyan oldu. Irina’m ise mutlu oldu. Ne yaşadığını, neler çektiğini tüm detayı ile bilmesem de… o mutlu oldu. Üç çocuğu ve torunları oldu. Kocası öldükten sonra gittim, buldum, konuştuk… yeni tanışan iki yabancı gibi. Gözleri hala “Seni seviyorum” dese de, dudakları “Çocukluk oyunlarımız ne güzeldi. Seni hep beni diğerlerinden korurken hatırlıyorum. Biz ikimiz iyi arkadaştık!” dedi. Herhangi bir beklentim ya da umudum yoktu. Gelecekle ilgili tasarrufum da olmadı, lakin yıllar insana sevgisini nasıl unuttururdu? Beni niye unutmuştu?”
“Sordun mu ona? Belki de unutmamıştır!”
“Sordum dostum, sormaz mıyım hiç:
‘Evet iyi arkadaştık ama ben seni hep sevdim Irina. Hiç bir şey beklemeden sevdim. Birlikte olamayacağımızı bildiğim halde senden hiç
vazgeçmedim. Sen benim kahramanım, sen benim uzaklarda gün be gün solan çiçeğim oldun. İkimiz de tamamen kurumadan, seni bir kez daha onun için göreyim istedim,’ dedim.
‘Çocuktuk. Başka da bir şey hatırlamıyorum!’ dedi.
İnsan soruyor elbette kendine: ‘Yıllarca onun aşkını içimde boşa mı taşıdım?’ diye… Düşünüyorsun sonra. Konuşmanın her anını tekrar tekrar yaşıyorsun. Dedim ya Hasan, göz başka… dudak başka.”
İki dostun artık bir müddet susması gerekiyordu. İkisinin de düşünecek, tekrar tekrar yorumlayacak, farklı duyguları duyumsayacak anlara ihtiyacı vardı. Hasan Dimitri’nin kendilerini seyrettiğini farkedince, gülümseyerek ona seslendi:
“Dimitri kur şu masayı, kuş sütü eksik olmasın. Bu dostluk var olduğu sürece bu sohbet uzar… Her akşam karşı kıyıdan bu yakanın ışıklarını seyredecek değilim ya, bir zahmet otele de oda ayırt. Hasan bu akşam başınıza dert olmaya karar verdi!”
“Hasan ben iyiyim. Benim için kalma, git… yine gelirsin. Yine konuşuruz. Bir taraftan bilgi toplarken, bir taraftan da kendimi bulmama yardım etmeye çalıştığını anlıyorum ama kendini mecbur hissetmeni istemiyorum.”
“Nicolay ahhh Nicolay… Sevgili dostum benim. İnsanın dostlarına yardım edebilmesinin sırrı kendisine yardım edebilmesinde saklıdır. Seni değil kendimi iyileştirmeye, seninle var olarak hayata tutunmaya çalışıyorum. Hepsi bu! ‘Geçmişi geçmemiş yapabilecek birisini tanıyor musun?’ dostum… Ben yapamam! Sadece yaşadığını söylediğin her şeyi can kulağı ile dinler ve saygı duyarım. Gözünde büyütme lütfen beni Nicolay.”
“Sam Levenson’un dediği gibi be Hasan: ‘Her zaman göz göze gelmeyebiliriz. Ama kalp kalbe bakmayı deneyebiliriz.’ Her zaman kalbimde dostluğunun bir yeri olacak ve kardeşten yakın göreceğim seni…
Duymadın mı Dimitri donat masayı… Karşı kıyıdan birini değil, bizden birini ağırlayacağız bu akşam.”