Üçü de telefonlarına aynı anda saldırdığında, bıyık altından gülerek şaşırır gibi bağırdım;
“Ne oluyor be? Hepiniz benzer refleksle ve aynı zamanda kimi arıyorsunuz?”
“Oğlumu!”
“Kızımı!”
“Kızımı!”
Cevaplar tek kelimeydi ve o kelimeye her anlam yüklenebilirdi: Hasret, pişmanlık, sevgi, özlem, korku, utanç!
Zaten konuşmamın sonunda ben de bunu istemiştim; içsel hesaplaşma ve iletişim…
Öylesine başlamıştık sohbete; sık sık bir araya gelememekten kaynaklanan özlem ve sevgi kokan cümlelerin sonunda, konu malum yere gelmişti… çocuğum olmadığı için beni sıkıştırmaya, eleştirmeye, gırgırla karışık “ayar vermeye” çalışan arkadaşlarıma sonunda içimi dökmüştüm.
Düşündüklerimin ve söylediklerimin her şartta ve herkes için geçerli olmadığını ben de biliyordum, ama günün sonunda, onların kalplerindeki bir noktaya, hatta bam tellerine dokunduğum çok belliydi.
“Iskalamışsınız hayatı, haberiniz bile olmamış, vıdı vıdı edip durmayın… Haksızlık etmeyeyim, çocuğum olmadığı için ben de birşeyleri ıskalamış olabilirim.” Diye söze başladığımda hepsi birden korist edasıyla itiraz etmişlerdi:
“Gerçeklerden kaçamazsın!”
Kaçtığım gerçek neydi? Çocuğumun olmaması nedeniyle; pişmanlık ve üzüntü mü yaşıyordum? Böyle bir gerçekle yüzleşmeyerek, duygularımı mı saklıyordum? Onların, adına “gerçek” dedikleri olgu benim gerçeğim olabilir miydi? Hiç sanmıyorum…
“Eğer içinizde bir parçacık can sevgisi, insan sevgisi varsa, dünyadaki bütün çocuklar sizindir… sperm katkımın çok önemli olduğunu düşünmüyorum.” Deyip, devam ettim.
“İki çizgi arasına hapsolmuş ruhlarınız. Aklınız, kalbiniz size öğretilenlere takılıp kalmış. Öğreti sadece aileden gelmiyor; iş çevrenizden, mahalle baskısı denilen illetten, dost olarak gördüğünüz insanlardan ve onlarla mutlaka sidik yarışı yapmak için yanıp tutuştuğunuz arkadaşlarınızdan geliyor.
İlla hayatı üstün bir eforla sürdürmeniz, “köpek gibi,” “köle gibi,” “eşşşekler gibi,” çalışmanız istenmiş sizlerden: Okullar bitirmeniz, evler arabalar edinmeniz, helal süt emmiş -o da ne demekse!- bir kadın ya da erkekle evlenmeniz öğretilmiş sizlere. Bir filin, boynuna bağlı ipini çekip yürüten beş yaşındaki çocuğun kahramanlığı ile bezensede ruhlarınız, filin şartlı çaresizliğini tıpkı o fil gibi, güle oynaya yaşıyorsunuz.
Sütün en kalitelisinden en helalinden içmiş partnerinizi bulduğunuzda, sizler gibi kral ve kraliçelere, prensler prensesler dünyaya getirmişsiniz.
Tamam işte… paranız, eviniz, arabanız, işiniz gücünüze bir de çocuk eklediniz, dursanıza orada! Rahatlasanıza, derin bir nefes alıp tadını çıkartsanıza.
Olur mu?
İlla özel okullarda okuyacak…
Baleye gidecek, illa bir enstrüman çalacak, özel hocalardan bitmek bilmeyen dersler alacak, yüzme kursları, futbol okulları, kayak turları olmazsa olmazı olacak!
Aha da parmakla gösterilen bir çocuk olmazsa sizinkisi, sizin haliniz nice olacak?
‘Doktor ol kızım.’
Mühendis ol oğlum!
Hedefin ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi olmazsa olur mu? Ben çevreme ne derim? Hedefin bu okullar olsun ama anlı şanlı özel okulları da bize bırak. Seni arkadaşlarına -aslında egomuzu çevremize- ezdirir miyiz hiç?’
Üçünüz de böyle çırpınmadınız mı?
Söylesene Ragıp, Ezgi tiyatrocu olmak isteğini direttiğinde sen ne yaptın? İlk defa ve biliyorum ki son defa, ağıza bir daha alınmayacak sözler söylemedin mi?
Mine, ah Mine… Erdem, ‘Okumak istemiyorum, sadece gitar çalıp müzik yapmak istiyorum.’ dediğinde, o gitarın tellerini sen kesmedin mi?
Ya sen Derya? Doktor olacak da doktor diye yırtınmadın mı?
Bir düşünün ya lütfen bir düşünün. Çocuklarımızdan (!) hangisi kendi istediği hayatı seçebildi? Hangisi sıkıştırıldığı iki çizgi arasında mutlu mesut özlediği hayatı yaşıyor? Hangisi en az sizler kadar başarılı olmak için, hayallerinden ve gelecek düşlerinden vazgeçti?”
Koristler yine sahnedeydi;
“Hayali kurulan hayatlar için, para lazım para! Nasıl olacak, hep biz mi vereceğiz? Nereye kadar?”
“Hala mı akıllanmadınız be? Madem para herşeyi çözüyor, siz ikiniz eşlerinizden neden boşandınız? Mutluluk maddesel bir olgu mu?
Günlük ve bulabildiği işlerde çalışarak, dünyayı dolaşan bir seyyahın mutsuz olduğunu kim söyleyebilir?
Çadırında şarap içip, cümbüş çalarak göbek atan bir çingenin, mutsuz olduğunu varsayarsak aptallık etmez miyiz?
Evinde aşı kaynayan, çocuklarının sağlıklı olduğunu gören, kendi kendine yeten bir ailenin mutluluğu küçümsenebilir mi?
Mutlu olmak için, illa şatafatlı bir hayat mı gerekir?
Sizler, çocuklarınızın mutluluğunun hangi şartlara bağlı olduğunu biliyor musunuz? Onlarla, kendi istekleriniz ve toplumun direttikleri dışında sohbet edebildiniz mi? Yollarını kendilerinin seçmesine izin verip, sonucu ne olursa olsun her zaman yanlarında olacağınıza dair kalbinizi kalplerine kattınız mı?
Çocuğum yok arkadaşlar… ben tüm çocukların dertleriyle dertleniyorum, onların mutluluğu ile de kıvanıyorum. Gelmeyin üstüme, bu bana yetiyor. Hem çocuk sahibi olmak için, önce kaliteli süt tüketen birini bulmam lazım, değil mi?
Benimle uğraşmayı bırakıp, çocuklarınızı arayın. Hiçbir şey için geç değil. Hayatta olmasından sorumlu olduğunuz bu canların; yanında, gönül başında olduğunuzu hissettirip, yüreğinizi avuçlarına teslim edin. Ben de sizlerle ve çocuklarınızla bir kez daha kıvanç duyayım.”
Sözlerimi bitirdikten sonra masadan saldırır gibi aldıkları telefon ellerinde, yarım saatten fazla bir zamandır üçü de bahçenin bir köşesinde fısır fısır konuşuyorlardı.
Bizler, o ya da bu nedenlerle kaybolmuş bir kuşaktık. “Şüphesiz ki, zaman değişiyor. Bilinçli yeni nesil, başarılı çocuk yerine… mutluluk odaklı çocuk yetiştirmenin önemini anlamaya başladı artık.”*
Hala evinizin bir köşesinde uçmaya hazırlanan, ya da kendi hayatına kanat çırpıp gitmiş canlara yüreğinizi açmanın, onun yüreğindekileri dinlemenizin zaman aşımı yoktur…
Ön yargılarımızdan, anlamsızca süre gelen değer yargılarımızdan kurtulup, sevdiklerimize; çocuk, ana-baba, eş, arkadaş… yüreklerimizi açtığımızda hayat daha yaşanası, sevgi daha da kutsanası olacak… Buna hiç şüpheniz olmasın dostlar…
Günaydın…
Sağlıklı, huzurlu ve her türlü sevginin sizleri sarmaladığı bir hafta diliyorum…
Kenan Çığır
16.05.2022
Çolaklı / Antalya
*Sevgili arkadaşım Gülgün Çankaya’nın tesbitidir…