2021 yılının ilk haftası da benzer haberlerle geçiyordu. Yine dalıp gitmişti. Aysel, bilgisayardan haberlere bakan müdürünün, bir süredir hiç bir şey görmediğini hissetmişti:
“Yine koptunuz Mine Hanım! Kadın cinayeti mi?”
Aysel’in sorusuyla silkinse de cevap vermeyip, zoraki gülümseyerek önündeki dosyayı karıştırmaya başlamıştı. Haberin hatırlattığı yaşanmışlıklar onu yine derinlere çekiyordu. O günler geçmişte kalsa da; düşündükçe nefesi tıkanır, nerede olduğunu unutur, kalbi deli gibi atmaya başlardı. Katil olmasına ramak kalan o gecenin üstünden yirmi yıla yakın zaman geçse de, kadının haber olduğu her şiddet olayında geçmişi tekrar tekrar hatırlıyordu.
Her seferinde geriye dönüp başardıklarını düşündüğünde terapi gibi gelir; sakinleşir, nefes alışı düzelir, hayata kaldığı yerden devam etmeye çalışırdı.
Kırk yaşını geçeli çok olmamıştı ama yaşandığında ağır aksak gitse de, geriye dönüp baktığında hızla geçen yıllar onu kocatmıştı. Kocamışlık bedeninden çok kalbindeydi. Onsekiz yaşında geldiği İstanbul’da, topu topu üç yıl evli kalmış, kocası onu terkedip gittiğinde kolayı değil zor olanı seçmişti: Yüzünü yere eğip memleketine geri dönmek yerine, rüzgarlarda savrulmadan hayatın kıyısına tutunmak istemişti. Yaralıydı, koca şehirde kimsesizdi, fabrikada sıradan bir işçiydi ama başka bir çözüm göremiyordu. Çalışmalıydı, başka hiç bir şey düşünmeden sadece çalışmalıydı. Ne zor, ne çok pişmanlıklarla dolu günlerdi:
Hayallerinde kurduğu evlilikle, içinde bulunduğu durum arasında dağlar kadar fark vardı. Liseyi bitirir bitirmez, ne yapıp edip sevdiğine kavuşmuştu kavuşmasına da… o güzel günler artık gerilerde kalıyordu. Konya’ya bağlı Akşehir’in Alanyurt köyünden kaçtıkları günün korkusu, heyecanı, sevinci birer birer içinde kayboluyordu. Son günlerde beynini kemiren tek bir duygu, tek bir korku yaşıyordu; hiçlik!
Köyün en güzel, en akıllı, en okumuşu değildi Emine ama en sevdalısı olduğu şüphe götürmezdi. Anasının başının etini yemiş, köydeki Şeyh Hasan Türbesi’nde haftalarca dualar etmiş, sevdiği delikanlıya vardığında yerine getirmeye yeminler ettiği onlarca adak adamış ama babasını bir türlü ikna edememişti. Geriye tek çare kalıyordu: Sevdiği adamın kalbindeki bohçaya saklanıp, O nereye götürürse götürsün, sesini ve bohçadan kafasını çıkartmadan olacakları kabullenmek…
Öyle de olmuştu.
Önceleri her şeyi kabullenmişti; yazgı demiş, kader demiş, nasıl olsa düzelir demiş… kabullenmişti. Sığındıkları bir tanıdığın evinde günlerce çaresizliği duyumsamış, bir fabrikada iş bulduktan sonra Sefaköy’de tuttukları evin rutubetine bile severek katlanmıştı. Çocuğu olamayacağını anlayan sevdalısının, suç ondaymış gibi kendisinden uzaklaşmasını önceleri anlayamamış, sonraları kanıksamıştı. Kadınlığını yaşayamaması umrunda değildi de, içinde ölen duygularla sürüklendiği hiçliğin gün be gün artması yaralarına kabuk bağlatmıyordu. Kocasının kendi bedenine olan kızgınlığı, onun ruhuna ve tenine şiddet olarak yansıyordu.
Emine’nin kimi gün kolu sarılı, kimi gün kaşı gözü yaralı olarak işe gelmesi kimsenin dikkatini çekmiyordu. Kendi yarasına odaklanmış o kadar çok insan vardı ki! O insanların gözü, kendilerinden başkasını görmüyordu. Kimseyle konuşmasa da, kimseyle derdini paylaşmasa da işe gitmek ona iyi geliyordu. Büyük bir sevdayla kurduğu evi zindan, iş yeri sığındığı liman olmuştu. İki yıldır katlandığı hakaret ve şiddetin canına tak ettiği o gece, zindanın kapılarını da paramparça etmişti.
Geç bir saatte saçının köklerinden koptuğunu hissederek yataktan sürüklendiğinde, eline geçirdiği ekmek bıçağını kocasının omzuna saplamış, şaşkınlıktan dona kalan adamın gırtlağına dayadığı bıçağı çekmeden bas bas bağırmıştı:
“Kaybedecek hiç bir şeyim yok? Anladın mı? Hiç bir şeyim yok benim! Bir daha bana dokunmayacaksın. İstersen dokun… seni tavuk gibi kesmezsem insan değilim!”
Kocası yarı korkmuş, yarı şaşırmış bir vaziyette evden kaçarcasına çıkmıştı. Hayatındaki o günü hiç bir zaman unutamayacaktı. Katil olmak, insan öldürmek bu kadar kolaydı işte! Bir anlık öfke onu katil yapmamıştı ama hayatını da alt üst etmeye yetmişti. Yirmi bir yaşındaydı, İstanbul’da yalnızdı, yapayalnız!
Her akşam yorgun argın altına süzüldüğü yorganı kafasına kadar çektiğinde; gözlerinden akan bir kaç damla yaşı, artık yanında yatmayan kocasının göremeyeceğinden emin, sessiz sedasız bir sonraki sabaha iyileşmek için akıtıyordu. Simurg’un gözyaşlarındaki sihirin gücünü öğrendiğinden beri, yaralarını kendi gözyaşlarıyla iyileştiriyordu. Sabah uyandığında bedenini ve kalbini daha dinç, daha istekli, daha kararlı buluyordu.
Yıllar birbiri ardına geçerken O; evini değiştirmiş, isminin ilk harfini çevresine unutturmuş, planlama bölümünde boş olan kadroya talip olmuştu. Lise mezunu olduğu için zar zor da olsa kabul edilmişti. Geçici olmamak ve hayata tutunabilmek adına açık öğretimden dört yıllık İşletme Bölümünü bitirmiş, fabrikadaki yerini sağlamlaştırmıştı. Elektrikli ev aletleri üreten fabrikada montaj işçisi olarak başlayan serüveni, kırk yaşında bölüm müdürlüğü ile taçlanıyordu. Okuduğu bir efsaneye inanmış; gözyaşlarıyla yaralarını onarmış… hakarete uğramış, şiddet görmüş, hiçleşmiş ve yok olmak üzereyken küllerinden yeniden doğmuştu…
“Simurg… Simurg!” diye kendini fısıldarken bulmuş, anılarından sıyrılıp elindeki dosyadan kafasını kaldırmıştı. Aysel ve diğer çalışma arkadaşları kendisine merakla bakıyordu.
“Bu sefer değil Aysel!” dedi. “Bu sefer kadın cinayeti değil. Ölmek üzereyken can havliyle öldüren, bir kadın bu sefer. Melek İpek diye bir kadın. Gördüğü işkencelerden nefesinin tükendiği son anda kocasını öldürmüş…
Anka Kuşu’nu bilir misiniz çocuklar? Alev alev yanar ve küllerinden yeniden doğar. Bir kadının ölmek üzereyken küllerinden yeniden doğmasıdır Melek İpek! Sakın öldürmenin güzel bir şey olduğunu düşünmeyin. O kadını da adam öldürdüğü için yüceltmiyorum. Elbette bir insanı yaşamdan kopartmak hiç kimsenin hakkı değildir, olmamalıdır. Bu ülkede her gün kaderine lanet ede ede kadınlar ölüyor, öldürülüyor. Erkekler bir çok safsataya sığınarak kadınları katlederken, kadınlar -ki şiddet görenlerin milyonda biri sadece- hayatta kalmak için bir erkeği öldürüyor. Bu farkı görmeyen, anlamayan, duyumsamayan kim olursa olsun aklını ve vicdanını yitirmiştir.”
“Mine hanım, haklı olabilirsiniz ama siz de biliyorsunuz ki bu fabrikada bile bir çok kadın şiddet mağduru! Kültür böyle, görenek böyle! Biz ne kadar konuşursak konuşalım, kadınlar sineye çektiği ve kanunlar kadını koruyamadığı sürece şiddet sona ermeyecek. Ölse de öldürse de yanan yine kadın olacak.”
“Fuzuli’nin dediği gibi: ‘Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil’ diyorsun galiba Ayselcim, inan ki ne kadar çok söylersek, ne kadar çok farkındalığı arttırırsak bu görenek dediğin namussuzluğu yerle bir edebiliriz. Söyleye söyleye, konuşa konuşa bu girdaptan çıkacağız. Aylin Sözer, Sevda Kösecik, Vesile Dönmez, Sevda Taş, Aleyna Yurtkölesi gibi bir çok kadının öldürülmediği… Melek İpek gibi çaresiz kadınların can havliyle öldürmediği bir dünyayı yeniden inşa etmek zorundayız…
Bu yeni dünyayı; sen, ben, biz isteyeceğiz… duyarlı ve vicdanlı toplumun tüm katmanları el ele verip oluşturacaklar. İnsan ırkının, insan kalarak varlığını sürdürebilmesinin tek çaresi bu!”