Bakanlığın aldığı kararı uygulamak için belediyenin gönderdiği bilgi paylaşımına baktığımda, oturduğum belediye sınırları içerisinde tam 26 pazar yerinin açılacağını görünce, derin bir “offf!” çektiğimi hatırlıyorum.
Kapanma, pandemi, esaret psikolojisi, yasaklar, hepsi önemini yitirmişti. Kapanma şartlarında ortalık zaten çalışan insanlar, arabalar, spor tutkunları ve en yakın marketten alışveriş yapmak için birbirini çiğneyen çılgınlarla doluydu. Ne olacak canım… Pazar da işin tuzu biberi olurdu.
Olsun be! Bize komazdı!
Cumartesi sabahı balkondan baktığımda ortalığı yine cıvıl cıvıl görüyordum. Hanımefendiler, beyefendiler ellerinde bir ya da iki torba pazardan geliyorlardı. Ne güzel ne güzel, işte mutluluk buydu! Çocuklar bisikletlere biniyor ya da neşeyle koşuşturuyordu. Arabalar desen vızır vızır… Sokaklarına bahar gelmişti memleketimin, kim tutar beni?
Ben kendimi tutuyordum. İç sesim “Otur lan oturduğun yere, herkes gibi davranmak zorunda mısın?” diyordu. Bu serzeniş iki saat kadar etkili olmuştu. Öğlene doğru Çağlayan Pazarı’na gitmek için kendimi sokağa attım.
Beyaz, kırmızı, yeşil arabalar yanımdan kıl payı geçerken, iri kıyım abiyle omuz omuza sürtüyoruz. Arkalarından pazara doğru seyirttiğim Rus ablalar yanlış anlamasın diye de yolumu değiştiriyorum. Yolumu değiştirirken “Bu nasıl güzel bir ırk azizim!” diye düşünmeden de duramıyorum.
Pazar yerine vardığımda, her zamanki görüntünün yerinde yeller estiğini farkediyorum. Pazarın üçte biri faal. Peynircim, balıkçım kapalı. Onlar gıda değil tabi! Çağrıştırdığı aslan sütünü yasakladıkları için o tehlikeli ürünlerin satıldıkları yerlerin de kapalı olmasına çok şaşırmıyorum. Mahşeri bir kalabalık var. Her tezgah buğdaya üşüşen güvercinler gibi, birbirinin üstünden seçtiklerini tarttırıp parasını vermeye çalışan insanlarla dolu. “Offf!” diyorum, “Of ki offf!”
Üşüşülen tezgahdaki pazarcı bas bas bağırıyor;
“Yetişen alıyorrrr, Can Erik 30 liraaaaa. Kan kırmızı çilek 20 liraaaaa!”
“Kadınıyla, erkeği ile ne çok gebe varmış lan!” diyorum, “Bu neyin aş ermesi?”
Bir karpuz tezgahı görüyorum. Kilosunu 8 liradan satıyorlar. O tezgahta da hatırı sayılır bir kalabalık. En ufak karpuz beş kilo gelir!
“Demek ki” diyorum, “İnsanlar kapanmaya hazırlıksız yakalandı. Evde yatağı yorganı yemektense, aşklarının meyvelerini yediler.” Sonra da bir aş erme ki sormayın gitsin. Ortalık “Ondan da almalıyım, bundan da!” diyen çaresiz insan kaynıyor.
“Bir iki taze sebze bulurum, salatalık bir kaç ot alırım.” diye gelenler uzaktan kendini belli ediyordu. Usul usul ve yüzlerinde muzip bir gülümsemeyle dolaşıyorlardı. O gülümsemeyi nasıl algılamalıyım bilmiyordum.
“Biz de gençtik, biz de aş ermiştik!” Diye mi?
“Yukarıdan akıl yağarken neden şemsiye açtınız, size düşmemiş işte!” Diye mi?
Antalya’da yaşayan biri olarak gördüğüm en güdük pazardı. Pazarcı “Bir günde satamam!” endişesiyle doğru dürüst hiçbir şey almamış, pazara getirmemişti. Patlıcanlar doksanlık ninemin yüzü gibi buruşuk, ıspanaklar insan yiyeceğine benzemeyecek ölçüde büyük, karnabahar güneş görmeyen teninden utanıp sararmış, harpten çıkmış gibi yara bere içinde olan soğanlar gaziliğini kutluyordu.
Elle tutulur bir şey bulamadığıma mı, iki covid aşımı olsam da virüs kapma ihtimalime mi, her şeyi yağmalama duygusuyla pazara çıkan insanlara gözümle şahit olmama mı yansam bilemiyordum. Baktım aş da ermiyorum… Yavaş yavaş pazarın dışına çıktım.
Şimdi eve gitsem, ev yolunda biri çevirip de tüm nezaketiyle (!) “Hemşerim hoppp nereden böyle? dese ne diyecektim? “Pazardan geliyorum.” Desem, inanmayıp ceza yazacaktı. Ellerim bomboştu.
Pazarın dışında yaşını almış bir abla imdadıma yetişti. Marul satıyordu. Etrafında kimsecikler yoktu.
“Marulun tanesini 20 liradan mi satıyorsun abla? Neden bu tezgahta kimse yok?!”
“Üç lira oğlum. Bu sabah tarladan kesip getirdim.”
“İki tane alayım abla.” Dedim.
Hazır dışarı çıkmışım, etrafta kimsecikler de yok biraz sohbet etmek için can atıyorum. “Memleket neresi?” diye bir başlayacağım, konu taa… Ne olacak bu memleketin haline kadar gelecek, biliyorum.
Nerdeeee? Marul aldığımı gören kadın-erkek tüm gebeler etrafıma üşüşmesin mi! Parayı ödeyip nasıl kaçacağımı şaşırdım.
Ev yolunda ağır aksak yürürken yüzlerce şey geçse de kafamdan, bir işitme engelli kardeşimin nerede okuduğumu hatırlamadığım masumca sorduğu bir soruya takılıp kaldım.
“Güneş doğarken ve batarken ses çıkartıyor mu?”
Kocaman sarılmak isterdim bu kardeşime. “Hayat keşke sorduğun bu tertemiz ve masum sorudaki kadar gürültülü olsa, seve seve katlanırdık canım kardeşim.” Diye yazmak isterdim ona. Hepsi o kadar…
Kapanmamız bir gürültü, açılmamız daha büyük bir gürültü. Yasaklar absürt bir komediyken, cezalara nereden bakarsan bak başlı başına bir kakafoni. Görmemişlik gümbür gümbür kulakları sağır ederken, yoksunluk tiz çığlıklarla halay çekiyor.
Bunları o kardeşime tabi ki yazamazdım. O masum ruha katlanamayacağı yükler yüklemek ne haddime!
Elimde iki adet marulla sallana sallana evin önüne geldiğimde bir an aklım başıma geldi. Acı acı gülümsedim. İnsanların yüzüne karşı içimden demediğimi bırakmamıştım. Beni böyle görenler de kesinlikle gıybetin dibine vurmuşlardı.
“Hıyara bak, sırf yasağı delip de dolaşmak için pazara gidip iki tanecik marul almış!”
Derler miydi? Derler dostlar derler…
Vahşi kapitalizmin emellerinden uzak, tüm anneleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Gününüz kutlu olsun.
Sağlıkla bezeli bir hafta diliyorum.
Kenan Çığır
10.05.2021