Çok ince ama sık yağıyordu. Islanmıştı… Gördüğü ilk kafeteryadan içeri kendini zor attı. Garson, her ne kadar bütün güleryüzüyle “hoşgeldiniz” dese de içinden “İşte bir ahmak daha!” diye söyleniyordu.
Selim de etrafına bakındığında üzerinde hafif bir ahmaklık sezmişti, tıpkı masalara serpiştirilmiş ve kendilerini kurutmaya çalışan diğer insanlar gibi. İnce ince yağan yağmura aldırmadan yürüyen insanlar, tahmin edemiyecekleri kadar ıslanmışlardı. Adı üstünde “ahmak ıslatan” yağmuruydu…
“Yaz günü bu yağmur da nereden çıktı?” der gibi herkes birbirini süzse de hava gri ve pusluydu. Çoğu insan yağmurun yağabileceğini bilse ya da hissetse de herhangi bir önlem almayı düşünmemişti.
Selim, camdan dışarıyı seyrederken garsonun alelacele getirdiği çaydan küçük bir yudum aldı. Gözleri, caddeye düşüp tıngır mıngır mazgala yolculuk yapan damlalarda olsa da aklı uzaklardaydı. Hayat onu hep üzmüş, sindirmiş, her zaman ahmak yerine koymuştu.
Annesinin yaşlılık nedeniyle hastalandığını duyduğunda, ölebileceğini hiç aklına getirmemiş, toz bile kondurmamıştı. “Hastalık ondan korksun, iki günde turp gibi olur,” diye etrafındakilere moral verirken, gayet kendinden emindi.
Cenaze günü; şaşkın, ürkek ve çaresiz hissediyordu.
Karısı mutsuz olduğunu söylediğinde, “Geçici bir durum, nasıl olsa düzeltiriz, o beni çok seviyor.” diye düşünüp üstünde durmamış, birlikte mutlu olmaya ya da mutlu etmeye dair hiç bir çaba sarf etmemişti.
Bir akşam işten eve dönüp de karısının bavullarını toplayıp baba evine gittiğini öğrendiğinde; şaşkın, ürkek ve çaresiz hissediyordu.
Müdürü Selim’i iki kez uyarmış; dalgınlığını, unutkanlığını yüzüne vurmuş, eksik işlerini süratle tamamlamasını istemişti. O, müdürünü yere göğe sığdıramamış, “İyiliğim için bana yol gösteriyor. Ne şanslı insanım, eli öpülecek bir adamla çalışıyorum.” diye düşünmüştü.
Bir sabah İnsan Kaynakları’ndan çağırılıp çıkışı verildiğinde; şaşkın, ürkek, çaresiz hissediyordu.
Selim bu ülkenin sıradan bir insanıydı. Başına gelenler, umursamazlığı ile paralel bir çizgide yürüse de o, kendine ve düşün yapısına toz kondurmuyordu. Tıpkı Selim’e benzeyen diğer insanlar gibi…
Her ıslanışımızda, yağmur yüzümüze tokat gibi ahmaklığımızı vursa da son ana kadar hiç bir önlem almamakta direniyoruz.
Tırmanan gerginliği, alçakça tezgahlanan oyunları, her telden çalan provokasyonları görmezlikten gelip, “Düzelir, geçici ve münferit olaylar!” diye düşünerek umursamıyoruz.
Kardeş hiç acımadan kardeşin kanını döküyor…
“Kocasıdır, erkek arkadaşıdır, babasıdır… Sevgi kötü bir davranışı barındırmaz,” deyip umursamıyoruz.
Kadınlar bir bir öldürülüyor…
“Çalıyorlar, yağmalıyorlar, talan ediyorlar,” diyenlere dudak büküyoruz. “Kim gelirse çalar kardeşim!” diye düşünüp umursamıyoruz.
Ülkenin kaynakları hoyratça ve hızla eriyor…
Sırtımız sıvazlandıktan bir süre sonra, sıvazlayanlardan yediğimiz ani tokatın hırsıyla “Dört tarafımızda düşman, dört bir yanımıza puşt zulalanmış, bizim dostumuz yok abi!” diye günah çıkaranlara bakıp kalıyoruz, susuyoruz. “Ektiğini biçiyorsun!” bile demekten imtina edip, umursamıyoruz.
Koskoca Dünyada yalnızlaştıkça yalnızlaşıyoruz…
Bir masum insan öldürüldüğünde… Bir kardeş bir kardeşin kanını döktüğünde… Etrafımızda hırsızları, sahtekarları, yalancıları, talancıları gördüğümüzde… Alınmayan önlemlerin, konuşulmayan ve sorgulanmayan gerçeklerin, göz göre göre gelen felaketlerin bizi ahmakça sarmasına hayret ediyoruz.
İnsanlar öldüğünde, özgürlükler yavaş yavaş yittiğinde, vatan ve vazgeçilmez diye dillendirilen tüm değerler hızla elden gittiğinde; şaşkın, ürkek, çaresiz hissetmenin hiç bir kaybı engellemediğini ya da geri getiremiyeceğini acı da olsa öğreniyoruz.
Sonra mı?
Başka bir yağmurun altında ahmakça ıslanmaya biteviye devam ediyoruz…
Güneşli ve pırıl pırıl bir hafta diliyorum.
Kenan Çığır
21.06.2021