Fulya mutfaktan sessizce odaya girmiş, televizyon karşısındaki kocasını yine gözleri yaşlı bulmuştu. Hasan filmlerde ve dizilerde duygusal bir sahne gördüğünde, bir kaç damla gözyaşının akmasına engel olamıyordu. O bunu kafa kağıdının eskimesine bağlasa da, karısı onun ne kadar duygusal bir adam olduğunu biliyor ve bu yanını çok sevimli buluyordu.
Birlikte televizyon seyrettiklerinde karısının olduğu taraftaki yanağına elini koyar, gözyaşlarını saklardı ama bugün gafil avlanmış, içini çeke çeke ekrana bakarken karısına yakalanmıştı.
“Ağlaman bittiyse “sirelis” kalk da bana yardım et, akşama dostlarımız yemeğe gelecek yetiştiremiyeceğim diye korkuyorum.”
Barış Bey ile eşi Yeter, Parlak Hanım ile eşi Aslan, Mehmet Bey ve Ayşe Hanım da gelince masada sekiz kişi olacaklardı. Menü çılgıncaydı ama sadece Fulya uğraşmıyordu…
Fulya; Borscht çorbası ve fırında levrek yapıyordu. Parlak; patates tarator, Girit ezmesi, beşamel soslu ıspanak… Yeter; kıymalı semsek ile perde pilavı… Ayşe ile Mehmet ise içecekleri getireceklerdi.
Her zamanki gibi imece usulü bir yemek, gönüller dolusu bir sohbet olacaktı. Otuz yılı aşkındır aynı mahallede komşuluk yapmışlar, sevinçte ve kederde omuz omuza durmuşlardı. Çocuklarının sünnetinden evliliğine, torunların kırk uçurmasından diş çıkartmasına kadar güzel günlerde birbirlerinin yanı başlarındaydılar. Sadece iyi günlerde mi? Aslan’ın mide ameliyatında hastane koridorlarında birlikte beklemişler, kızını evlendiren Mehmet sıkıştığında masraflarına katkı vermişler, iki yıl önce de Ayşe’nin mutfağında çıkan yangından sonra elbirliğiyle yaraları sarmışlardı.
Onlar güzel insanlardı; birbirlerini kardeş gibi görür, dostluklarının üzerine titrerlerdi…
Hasan “sirelis” ini görünce avuçlarıyla gözlerini sildi, üzerine düşenleri yapmak için kalkıp mutfağa yöneldi. Fulya’nın yanından geçerken de kocaman bir öpücük almayı ihmal etmedi.
Dostlar alacakaranlıkta birer ikişer gelmişler, ev ve sofra şenlenmişti. Fulya dostlarının getirdiği yemekleri masaya taşırken:
“Ahh be Phaedra, “o fiilos mou” sen ne kadar becerikli bir kadınsın. Yaptığın bu mezelere bayılıyorum. Bese… ya şu pilav, inan ki yemesek de seyretsek istiyorum.”
Phaedra ve Bese ağız birliği yapmış gibi:
“Senin eline su dökemeyiz Fulyane, hep birlikte yine damaklarımızın bayramı var!” dediler.
Ayşe üç kadına da dönüp sitemkar bir edayla “Ben de imam bayıldı yapacaktım, fazla olur dediniz” deyip gülümseyince, “ee fazla olurdu hakikatten” diye gülüştüler.
Onlar birbirlerinin gerçek adını biliyorlardı… Yalnızken gerçek adlarıyla seslenseler de, farklı ortamlarda ahalinin bildiği gibi davranıyorlardı.
Haygasen Hasan, Fulyane Fulya olmuştu! Türkiye’de yaşayan ve bu ülkenin vatandaşı olan Ermeni kökenli insanlardı…
Phaedra Parlak, Leonidas Aslan olmuştu!
Türkiye’de yaşayan ve bu ülkenin vatandaşı olan Rum kökenli insanlardı…
Bese Yeter, Aşti Barış olmuştu!
Türkiye’de yaşayan ve bu ülkenin vatandaşı olan Kürt kökenli insanlardı…
Dinleri farklıydı, inançları farklıydı, kültürleri farklıydı… Yan yana yaşamışlar, birbirleriyle “can” olmuşlar, birbirlerinden çok şey öğrenmişler, hep birlikte var olmuşlardı…
Kimse kimseye;
“Sen gavursun, sen Alevi’sin, senin inancın daha az, giyinmen berbat, konuşman boktan, tavırların diken” dememişti.
Dar günlerinde birbirlerine koşmuslar, güzel günlerde sevince ortak olmuşlardı. Ölenin kimliğine, dinine, kültürüne bakmadan büyük bir vakurla başsağlığı dilemişlerdi…
İnsanlık bunu gerektiriyordu. İnsanlık ve inanılan din; senden olmayanlara, senin gibi düşünmeyenlere, senin gibi yaşamayanlara… beddualarla, küfürlerle, hakaretlerle saldırıp, acılarıyla sevinilecek bir şey hiç değildi!
Gecenin ilerleyen saatlerinde Mehmet istemsizce kafasını bir sağa bir sola sallayıp dostlarına bakıyordu. Leonidas bir şeyler düşündüğü apaçık olan arkadaşına:
“Hadi be kuzum çıkart ağzındaki baklayı, bırak kendi kendine konuşmayı!” dedi.
“İnsanlık nereden nereye geldi be dostlar, onu düşünüyorum. Anadolu insanı biziz. Kader birliği, gönül birliği yaptık ve yıllardır birbirimize sırtımızı dayadık. Bugünlerde; farklı dinleri, farklı kültürleri, farklı ırkları bir tarafa bırakın aynı evin içindeki iki kardeş bile birbirinin acısından sevinç duyabiliyor. İzmir için söylenenler yüreğimi kanatıyor.”
“Sen İzmir depremini mi düşünüyorsun? İnan bizim de gözümüzün önünden gitmiyor, bugün damatla konuştum, Urla’daki yazlığı mağdur olan bir aileye bir yıl verelim dedik, kendilerini toparlayana kadar kalsınlar. İnsanlık ölmedi ya kuzum!”
“Öldü be Leonidas öldü. Sağol var ol iyi düşünmüşsün de benim derdim başka. Depremin yaşam biçimi ile, dinle, kültürle hiç bir alakasının olmadığını bir kısım insanlara nasıl anlatmalı? Depremin ve ölenlerin arkasından bu sevinç çığlıkları nedir Allah aşkına? Bizim gibi düşünmeyen insanların ölümüne “ohhhh” çekecek kadar ne zaman zavallı olduk biz?”
“Kürt ölürse de bayram yapanlar var Mehmet, sadece İzmir değil ki! Bu bir ahlak meselesi. Dindar olduğunu zannedip ahlak ve vicdandan yoksun hale gelen bir güruh oluştu.”
“Aşti doğru söylüyor, geçenlerde dövmek, belki de öldürmek için sokaklarda Ermeni arıyorlardı.”
“Haygasen sen de Aşti de haklısınız. Aynı şeyi söylüyoruz. Çözüm bulamıyorum! Kaybedilen bu insanlık nasıl geri gelecek? Çin’de, Azerbaycan’da, Küba’da ölen bir insan için ağıtlar yakmaya kalkan bu halk, İzmir’de ölen insanların bedeni soğumadan nasıl sevinç çığlıkları atar kardeşim, bunu sadece ahlakla açıklıyabilir miyiz?”
Bese elindeki çay bardağını masanın üstüne koyup, “çürüdük” dedi, “çürüttüler!” Soluksuz devam etti:
“Bu halk bilinçli olarak cahil bırakıldı. Cahil insanı kandırmak da, inandırmak da kolaydır! Kötülüğün erdem olduğuna inandılar. Evet… anlamamış gibi bakmayın suratıma, yaptıkları kötülüğü kendilerini yüceltmek ve topluluklarında yer edinmek için yapıyorlar. Diğerlerinin gözünde bu vicdansızlık ve bu vahşilik prim yapıyor.”
“Kötülükle göze girip, makam mevki sahibi mi oluyorlar diyorsun!”
Bese, Ayşe’nin sorusuna kafasını sallayıp kaldığı yerden devam etti.
“Çok çalışmadan, emek vermeden, liyakat edinmeden öne çıkmanın bir yolu da; ötekileştirdiğin insanlara belden aşağı vurmak oldu. Bu az sayıdaki insan o kadar çaresiz, o kadar biçare ki; çürüyen ruhlarını şeytana satıyorlar. Dinimizde asla yeri olmayan yaptıkları alçaklıkları ve her kötülüğü dine mal ediyorlar. Bu şeytanlaşma değil de nedir?”
“Dininizle ilgisini bilemem” dedi Fulyane. “İnsanlığın çürüdüğü, çürütüldüğü fikrine katılıyorum. Çürüme, yozlaşma o kadar belirginleşti ki bu güzel ülkede kimse birbirine katlanamaz oldu. Birbirlerinin acısından zevk alır hale geldi. Para için, mal mülk için, şan şöhret ve koltuk için her türlü kötülük mübah oldu. İnsanlar yokluk yıllarında bir somun ekmeği bölüştüklerini unutup, her şeyleri olduğu halde arsızca daha fazlasını istemeye başladılar. Bu ayrışmanın sonu Yugoslavya gibi olacak diye korkuyorum!”
Ayşe’nin gözünden iki damla yaş gelmişti. Yugoslavya gibi olmak da ne demekti? Bölünmek, parçalanmak, yok olmak demekti! Bunlar nasıl sözlerdi? Usulca başının örtüsüyle gözyaşlarını sildi.
“Ağlamak güzeldir sevgili Ayşe, utanma… Fulyane’nin sözlerinden bittik, mahvolduk gibi senaryolar üretmemek lazım. Yok saymalar ve ötekileştirmeler keskinleşip kökleştikçe, bazı sıkıntılar yaşayacağımız doğru. Bu sıkıntıları yine birbirimize kenetlenerek aşabiliriz. Bir avuç kendini bilmez için herkesi suçlayamayız. Böyle insanları teşhir edip toplumdan soyutlamalıyız. Göze girmenin başka yolunu bulsunlar, bu yol yol değil!”
Yeter’in söylediklerinden sonra kısa bir sessizlik olmuş, çöken karamsarlık bulutları evin havasını iyice ağırlaştırmıştı. Herkes kabuğuna çekilmiş, konuşulanları düşünüyordu…
Evsahibi olması nedeniyle konuya el atıp ortamı şenlendirmek Haygasen’e düşmüştü:
“Bu millet neler atlattı be dostlar, üzmeyin kendinizi. Bir avuç alçak yüzünden, biz de bizim gibi düşünmeyenlere mi düşman olacağız? Ortalıkta insanım diye geçinenler yüzünden insanlığımızı kaybedip onlara mı benzeyeceğiz? Evet acımız var, evet İzmir’de ölen kardeşlerimiz var ama bir plak koyayım da şu hüznü dağıtalım be dostlar.”
Plak yavaş yavaş dönmeye başladığında hepsinin yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.
“Şu güzeller güzeli yâr gibi geldi bana Gözlerinde bir mana var gibi geldi bana
Bir münasip zamanda, mesela saat onda Buluşalım Kordon’da der gibi geldi bana.” 02.11.2020