Sanat, güzellik anlayışının çeşitli şekillerde gün yüzüne çıkmasıyla oluşur.
Merhaba değerli okuyucularım, hepinize sağlıklı, huzurlu, başarılı bir hafta diliyorum.
1976 yılı kız meslek lisesi birinci sınıfında okurken, okulumuza yeni bir resim eğitimi öğretmeni geldi. Tam da mesleğinin hakkını veren resim gibi bir kadındı. Her daim bakımlı, kırmızı ruju ve ojeleriyle bütün öğrencilerin idolü olmuştu. Onula vakit geçirmek hepimizi mutlu ederdi. O öyle bildiğim öğretmenler gibi değildi. Bizler o gelinceye kadar resim dersinde masaya konan vazo, bardak, çaydanlık çizer ya da elimizi ayağımızı sıkılarak çizmeye çalışır, ortaya hiç de güzel olmayan resimler çıkardı. Ama bu öğretmenimiz öyle mi? Havalar iyi olduğu zaman bizi okulun arkasındaki çam, meşe ve çınar ağaçlarının olduğu geniş bahçeye çıkarır doğa analizi yaptırırdı. İlk başlarda ne yapmak istediğini hiç anlamazdım. Sürekli bize “çimenlere, ağaçlara, kuşlara, bulutlara bakın “derdi. Bakardık, bakarken sıkılırdık. Bize sürekli “ne görüyorsunuz? “diye sorar bizde gördüklerimizi söylerdik. Yüzünü buruşturduğunda istediği cevabı alamadığını anlardık. Ama sonradan anladım ki, bizim farkındalığımızı ortaya çıkarmak için mücadele edermiş. Bir gün sınıfa elinde büyük bir çınar yaprağı ile geldi. Bu yaprak sonbahar olduğu için renkleri solmuş ve hafifte kuruydu. Hepimize tek tek bu yaprağı gösterdi ve her birimizden yaprakta gördüğümüz renkleri yazmamızı söyledi. Beş den fazla renk yazan olmadı. Sonra öğretmenimiz Paletine farklı renklerde en az yirmiye yakın renk sıktı. Tuvale, elindeki çınar yaprağını çizdi ve boyamaya geçti. Her renk değişiminde o rengi tahtaya yazdı. Bizim sadece yeşil dediğimiz renkten, başka boyalarla elde ettiği yeşillerle tam on iki renk daha çıkardı. Çınar yaprağında görmediğimiz mor, turuncu, mavi, kırmızı, gri, lacivert vs. renkler ininde olduğunu gördük. Resmi bitirdiğinde elindeki çınar yaprağı ile aynısı idi. Sonraki doğa analizi derslerimizde çimenlerin arasındaki karıncaları, böcekleri, ağaçların kabuğundaki mantarları, kuş yuvalarını, ağaç kabuğundaki bin bir türlü renkleri, kuş çeşitlerini, bulutların pembe ve yeşil bile olduğunu görmeye başladık. Evet, o da vazo, çaydanlık çizdirdi ama uzunca bir süre objeleri okşatırdı, dokusunu duyumsamamız için…
Sizlere bunları yazarken şimdi hatırladığım bir anım daha gözlerimin önünde beliriverdi. Evimize yeni televizyon alınmıştı 1971 yılında hafta iki gün yayın yapardı ve siyah beyazdı. Bir seferinde ismini hatırlamayacağım bir ressamın hayatını konu alan filim izlemiştim. Beni etkileyen sahne ressam altmış yaşlarında bir adamdı, torunu ile ekmek fırınının önünden geçerlerken ressam torununa ekmeği elletti ve “nasıl?” Diye sordu. Çocuk “sıcak” dedi. Ressam dönüp torununa “Bu ekmeği resim olarak, yaptığında resme bakanlar ekmeğin sıcaklığını hissetmeleri lazım. O, zaman iyi bir resim yapmış olursun.”
Bu repliği ne zaman tuvalimin başına geçip, resim yapmaya başladığımda hatırlarım.
Evet; Sevgili okurlarım benim sanat aşkımı ortaya çıkaran, değerli öğretmenim oldu.
Sanat yapan insanların, hemen hepsi doğadan esinlenir. Bunun için derler ki “en büyük sanatçı Tanrıdır. “
Sanat yaşamımda en çok karşılaştığım sorulardan bir tanesi de sanat yapan kişinin alaylı mı? Yok sa, mekteplisi mi makbuldür?
Kafasındaki cevabı duyarsa hafif bir gülümseme, duymak istediği cevabı alamazsa somurtarak yanımdan ayrılır. Oysa bu sorunun tek doğrusu vardır.
Sanatın okulu olur, sanatçının okulu olmaz. Sanatçının okulu, çevresidir, yaşanmışlıklarıdır, olaylara karşı duyarlılığıdır, durduğu yerdeki durma şeklidir. Mektep ise bunlara bilimsellik, kendini ifade ederken süslü cümleler katar.
Öyle mektepliler vardır ki bu sanat camiasında, konuşurken sözlerinin aralarına sokuşturduğu yabancı kelimelerden oluşmuş Türkçe cümlelerle anlatır da anlatır kendini. Anla anlayabilirsen yanında sözlükle dolaşman lazım.
Sanatçının, sözlerinin kifayetsiz kaldığı anda devreye eseri girer, yapıtı konuşur. Bazen derim ki sen sus artık; yüreğini içine koyup akıttığın kelimelerin, renklerin konuşsun. Çığlıkların, sessiz yalnızlıkların, içinde beslediğin, büyüttüğün ama bir türlü kendisine şans vermediğin “sen” konuşsun. Doğal katıksız saf ve temiz.
Bunun için mektepli olmaya gerek yok. Ahlaklı dürüst insan olmak gerek. Yorum yapabilen, düşünen kendisine saygısı olan sorumlu birey olmak yeterlidir.
Bu okulun adı hayat okuludur. Ayrıca sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur. Ne yazık ki çevremizde sanatçı ruhuna sahip olmayan, ama sanatçı olan bir sürü insan var maalesef. Elbette ki eğitim şarttır, kişinin kendisini geliştirmesi, yenilemesi, yeniliklere açık olması gerekir. Bunu yapmak için mutlaka bir okula gitmesi gerekmiyor. Etrafını gözleyerek, izleyerek, iyi olanı kendine rehber edinerek de, ruhunu, beynini eğitebilir, gelişebilir.
Mektepliye göre, sanatçının alaylı olanını savunuyorum. Yeniliklere açık, kalemine, fırçasına saygısı olan, etik kurallar çerçevesinde sanat yaşamını sürdüren, adına alaylı dediğimiz, bana göre aslında gerçek sanatçı insanlar. Kaleminiz de ki ve paletinizdeki renklerle dostluğu, sevgiyi, paylaşımı simgeleyen cümleleriniz solmasın, renkleriniz kurumasın.
Sevgili okurlarım, yazımdan da anladığınız gibi sanat sohbetleri köşemde bir süre resim sanatından konuşacağız, var mısınız renklerin dilinde sohbet etmeye…
SEVGİ VE SANATLA KALINIZ.