“…10’uncu yüzyılda, Basra’da, iyiliği kimseye bırakmayan siyasal kötülüğün paslı kılıcı karşısında gizlenirken matematik ve felsefe çalışan bir gurup gizemli hakikat yolcusuna verilen addır “Saf Kardeşler” (İhvan-ı Safâ). Oysa Saf Kardeşlerin karşı safında iyiliği kimseye bırakmayan, çok bilmiş çirkin insanlar vardı. Bu kötü bilinçler popüler tarihsel gerçekliğe duyarlı, toplumsal zekaları yüksek olmalarına karşın, kendilerinin de tarihe karşı tarihsel bir gerçek varlık olmalarının sorumluluğunu alamayacak kadar sahtekar ve fırsatçılardı. Onlar tarihüstü olanın mantığını göremeyecek kadar akıl ve bilgi yoksunu ve masumiyetle alay edecek kadar vicdansızdı. İyinin ve kötünün savaşı yüz yıllar önce de tıpkı bugünkü gibi sıcaktı. Oysa güncel, tarihsel olan ancak iyi-kötünün ötesinde gizemli tarihüstü olanla karşı diyalektik ilişkisindeki Logos sayesinde bilinebilir. Ancak Logos’u bilenler kendilerini ve hadlerini bilirler. Örneğin Türkiye’deki akademi, medya ve siyaset arenası dışında kalmış,
bozulmadan varlığını sürdüren, piyasayı işgal edenlerden çok daha nitelikli ve çok daha kalabalık bir nüfus vardır. Dünyanın neresinde, hangi renk veya kökten olursa olsun, insanlık sevgisiyle bütün insanlığı kuşatan ve hakikate koşulsuz sadık kalan bu birbirinden habersiz, yalnız yolcuların yalnızlıklarında yalnız olmadıklarını, aksine tarihin en onurlu, hakikatte var olabilmiş, kendilerinden bile gizli, gerçek bir topluluk olduğunu anlatmak için seçtim “Saf Kardeşler” ünvanını. Neden sustuğumu insanlara anlatamadığım ve anlatamayacağım şey, işte bu, yaşamımı oluşturan toplumsal çevrem, çalışma arkadaşlarım ve sohbet ettiğim dostlarımın neredeyse hepsinin bu şahsen tanışmadığım insanlardan oluştuğu ve insanların ancak bu dünyaya girdikçe aslında kendileri ve benimle hakiki bir iletişim kurabilecekleridir. Merak edenler beni görebilmek için önce aynada kendilerine bakmalıdırlar.”
Diyor Meriç Bilgiç (http://mericbilgic.com/web/safkardesler.pdf ) kişisel web sayfasında. Aynaya bakabilen yüzlerimiz önce kendini görsün okumanın aydınlığını yansıtan. Böylesine, insanı okudukça hiçlikle buluşturan cevapları için Sayın Meriç BİLGİÇ ’e çok teşekkür ediyorum.
Sevgilerimle,
Arzu Dinçer
8/3/2017
MERİÇ BİLGİÇ ile 5N1Kitap
Ben aslında bir felsefeci yazarım. Türkiye’de ve Avrupa’da aldığım akademik eğitimler ve eğitimcilik ve araştırmacılıkla geçti yıllarım. Bilimsel, felsefi yanım, ruhsal terbiye ve duygusal derinlik gereksinimim hep ağır bastı. Genel olarak şöyle düşünürdüm: “Bir edebiyat kitabının anlamı bir cümlede anlatılabilir, oysa bir felsefi yapıt baştan sona böyle binlerce cümleyle doludur. Aynı şekilde, insanlar uzun hayat hikayeleri içinde dahil oldukları öğretilerden sonunda bir şey öğrenirler, oysa felsefe daha baştan bu farklı öğretilerin sonuçlarının tanısını koyup karşılaştırmakla başlar”. Ne var ki, Türkiye’deki karşılaştığım akademisyen tipinin kasaba kurnazlığı öyle tiksindirici hayat dersleri verdi ki, bu uzun hayat hikayelerinin en önemli kısmının sonuç değil, kişisel olarak deneyimlenen süreçler olduğunu ve edebiyatın öznel derinliğindeki insani değerin de çok yüksek olduğunu anladım. Böylece, bilimsel makalelerden sonra yazmaya karar verdiğim ilk müstakil kitap bir roman, babamın özyaşam öyküsü oldu. İlk yazdığım kitap olmasına rağmen, “Hipnotik Satranç” adlı bu romanım geçenlerde, son yayınlanan kitabım oldu. Felsefeci olmak elbette bana edebiyat alanında büyük bir ayrıcalık kazandırıyor fakat edebi yapıtlar vermek gene de benim için, diğer yazarlardan biraz özür dilemem gereken bir haddini aşmak gibi geliyor. Yabancı bir dilde hazırladığım yeni kitabım sanırım ülke dışından bir yayınevinde bir-iki yıl içinde yayınlanmış olur.Image
Ne
Kitaplarınızı bize özetleyebileceğiniz cümleler ne olur?
Meriç Bilgiç: Kitaplarımı felsefi ve edebi olarak ikiye ayırabiliriz. Ayrıca ilk iki kitabımın meslektaşım olan eşim Kübra Demir Bilgiç ile çift yazarlı olması da sanırım Türkçe yayım dünyası için farklı bir durum. “Bir Devr-i Alem Safranbolu Masalı” kültürler arası bir insan felsefesi üzerine kurulu, ciddi tarih araştırmasına dayalı bir fantastik tarihsel roman.
“Felsefeye Çıkış”ta Kant felsefesine Hegelci bir ameliyat yaparak yeni bir felsefi teorik zemin oluşturuyorum ve beraberce felsefenin, alt dallarıyla yeni şeklini sergiliyoruz. Karşıtların birliğine dayanan bir uzlaşım felsefesi olması kutuplaşan Türkiye için de teorik bir olanak kazandırıyor.
Ürettiğim yeni felsefenin ve onu anlattığım üçüncü kitabımın da adı, ünlü Antik Yunan şairi Hesiodos’un “Theogonia”sına (tanrıların oluşumu) atfen “Antropogonia” (insanın oluşumu) oldu. “Antropogonia” insan zekasına bir yapay zeka modeli gibi bakan, uygarlığa temel olacak şekilde, “insan nedir” sorusuna biyolojik evrim ve matematiksel mantıktan yararlanarak bir cevap verme girişimidir.
“Bilim, Felsefe ve Üniversite” adlı kitabım ise binlerce yıllık akademik gelenekler içinden geçerek, felsefe ve bilim dünyasına teklif ettiğim bu yeni, temel teorinin temellerini sergilemekte ve AB sürecinin bir parçası olan Bologna sürecinin teklif ettiği yeni, üçüncü kuşak üniversite modelinin bir üniversite değil, meslek yüksekokulu olduğunu kanıtlamaktadır. Bilim ve felsefe tarihi için kapsamlı bir kaynak kitap. Eleştirilerimin mini özeti olarak şunu söyleyebilirim: Postmodern denen süreç aslında Amerikanlaşmadır, neoliberal sermaye politikalarına karşılık gelir ve bunun sonucu olarak bilim, felsefe, etik ve sanat bitmiş, yerlerini, sırasıyla teknoloji, ideoleoji, töre ve zanaata bırakmışlardır ki, bu insanın başına gelen en korkunç yabancılaşma, distopya biçimidir, geri dönüşü olmayan bir türsel bozulmadır ve en acıklısı da bilerek yapılmaktadır.
Elimin kalem tutması annemden geçmiş. Annem Kâmile hanım sıradan bir ev kadını ve sıra dışı bir şairdi. Yüksek bir tarih bilinci ve aile, vatan sorumluluğuyla geçen hayatı baştan sona şiirle örülmüştü. Onun şiirlerini derleyip yorumladığım “Kamelya” adlı kitap ta Cumhuriyet dönemi Türk kadınına dair bir tür feminist sosyal tarih çalışması oldu ve Serpil Çakır’ın ön sözüyle ayrı bir anlam kazandı.
Son olarak “Hipnotik Satranç” babam Nimetullah, Nikolay, İbrahim Bilgiç’in akıl uçuran öz yaşam öyküsünü içeren bir romandır. Dağıstanlı bir doktor ve diş hekimi II. Dünya savaşında Almanlara karşı savaşmış, esir kamplarında geçen korkunç yıllar, Yahudi katliamı, işkenceler, Türkiye’ye gelişi, gibi ögelerle bezeli, dehşetli bir belgesel hikaye.
Nerede
Edebiyat dünyasında kendinizi nerede tanımlarsınız?
Meriç Bilgiç: Felsefe dünyası için ne kadar büyük ve ciddi düzeyde iddialıysam, edebiyat dünyası için de aksine, yeri bile olmayan, dışarıdan burnunu sokan bir haddini bilmez olduğumu düşünüyorum. Gördüğünüz gibi, bu kadar kaba ve düşük bilinç düzeyinde yaşayan insanların arasında gerçek edebiyat sanatçılarının da fazla olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle, ben bu dünya gerçekliğinden tamamen kopuk bir dünyada yaşıyorum. Sözlerim ile yaşamım arasında hiçbir zaman hiçbir ayrım olmamasıyla yalnız ve kırılgan bir dünyada yaşadım hep. Evde yemek yapar, yer silerken meditasyon halinde düşünür, kucağımda bebek sallarken tek elle yazılarımı yazarım. Pijamalarımla kürsüde ders yapar gibi yaşar, konferanslarımı verirken pijama rahatlığında konuşurum. Konunun önüne kendimi koymam. Sözlerimin boyumu, haddimi aşmasını kendime de kimseye de yakıştırmam. Hatta bir sözün sahibine ait olmaktan çıktıkça evrensel bir değer kazandığına inanırım. Bu nedenle bir söz ustalığım varsa da ben onu edebiyat dünyasında bir yere koyamam.
Nasıl
Yazar ve okurlar arasında kurulan köprü nasıl olmalı?
Meriç Bilgiç: Et ve ekmek düzeyinde yaşayan insanlara gerçekliğin kavramsal bir düzlemde kurulduğunu iletmek olanaksızdır. Bu nedenle okur olması gereken bu kitleyle bir köprü kurmak olanaksız. Geri kalanlar da aksine etkin bir biçimde yazarlarını bulmalı. İdeali, her yazarın kendi okuruna ulaşması. Fakat bu köprü ancak yazarın karakteri çerçevesinde kurulabilir. Örneğin ben kendi okurumu (10. yy. Basra’da yaşamış Ihvan-ı Safa topluluğuna gönderimle) “Saf kardeşler” kulübünün birbirinden habersiz hakikat yolcularından oluşan gizli üyeleri olarak görüyorum (bkz. www.mericbilgic.com). Benim yaşadığım dünyanın ufku, zaman-mekan dışına yayılan, hiç tanışmadığım bu insanlarla sınırlı. Önemli olan, okurun, yazardan, yazarın karakterinden haberdar olması. Sanatsal bir yapıt tek başına anlamsızdır. Onun anlamı öyküsünde gizlidir. Yapıt değil öyküsü okura ulaşmalı. Okur da yazarla değil öykünün evrensel bağlamıyla bir köprü kurmalıdır, gerisi magazin olur.
Neden
Okurlar sizin kitaplarınızı neden okumalı?
Meriç Bilgiç: Yazar olmak nasıl ki, karşı konulamaz bir yeteneğin zorunluluk düzeyinde açığa çıkmasıdır, aynı şekilde okurun da aynı zorunluluk düzeyinde okur olması gerektiğini düşünüyorum. Zorunluk diye bir şey yoktur, mümkünse o şey her ne ise, yapılmamalıdır, yazılmamalı ve okunmamalıdır. Ben başkaları gibi, hayatım karşılığında, başka türlüsünün olanaksız olduğu için yazar oldum, gece-gündüz tüm yaşam gücümü verdim yazılarıma. Yazılarımı bana ait olamayacak kadar evrensel bir değerde olduğuna inandığım için yazdım. Aynı şekilde, bireysel benliğinden soyunacak, evrensel düşünme ve varolma düzlemine çıkmayı talep eden herkes benim çalışmalarımı okumak zorundadır diye düşünürüm. Yoksa emeğimin, hayatımın benim için bir anlamı kalmazdı. Benliğimden soyunup bir insanlık numunesine dönüşebildikçe yol aldığım yolculuk hikayem doğal olarak, aynı yolun yolcusu okurlar için rehber niteliğinde çok önemli ve özgün sentezler içerecektir.