4.2 C
Almanya
Cumartesi, Nisan 20, 2024

Melek – Züleyha Akın

Burdur ilinin Gölhisar ilçesine bağlı bir köyde 9 kardeşi olan fakir bir ailenin kızıydı. Babası uzak bir diyarın maden ocağında maden işçisiydi. Baba evden ayrılırken Melek henüz doğmamıştı. Giderken annesine “erkek çocuk doğarsa adını kendin koy, fakat kızım doğarsa adı mutlaka Melek olsun” diye tembihlemişti.

Melek doğduğunda babası hala evine dönmemişti. Daha da kötüsü babadan hiç haber yoktu. Bir kızının doğduğunu hiç bilmeyecekti. Gideli 3 yıl olmuştu. Ne bir mektup, ne bir para, ne bir haber gelmemişti. 3 yıl sonra anası en büyük oğluna harçlık vererek o hiç görmediği şehre göndermişti. Baba, maden faciasında ölmüştü. Mezar bile kazınmadan bir yerlere defnetmişlerdi. Aileye tazminat ödememek için patron bu isimde bir işçinin maden ocağında çalışmadığını söylemişti. Çocuk çaresizce geri dönmek zorunda kalmıştı.

Melek 7 yaşına geldiğinde kendisini ilkokula göndermediler. O nedenle okuma yazması yoktu. 12 yaşına geldiğinde ablalarıyla birlikte zengin ailelerin tarlasında çalışmaya giderlerdi. Yetişkin ağabeyleri iş güç nedir bilmezler, kahvede pineklerler fakat kız kardeşlerinin tarla dönüşlerinde daha eve varmadan o günkü yevmiyelerini alıp yine kahveye oyun oynamaya giderlerdi. Erkek çocukları ne yaparlarsa yapsınlar anneleri ses etmezdi.

Melek ablaları kadar verimli çalışamıyordu. O nedenle tarla sahibi kendisine çok az para vermekteydi. Hem bunun bir önemi yoktu ki… Para saymayı bilemezdi. Ablalar ne derse onu yapardı. Tarlada çalışırken güneş tepeye çıkıp her yeri kavurmaya başladığında en büyük lüksü yufka ekmeğinin arasına koydukları yeşil soğandı. Bazen içine bolca su katıldığından rengi bile fark edilemeyen bir bardak ayran…

Köylerine yakın bir yerde Salda Gölü vardı. Bu bölgeyi hiç görmemişti fakat görenler Salda gölünün güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlardı. Gözlerini kapatarak güzelliği hayal etmek isterdi fakat yaşamında hiç göl görmeyen birisi nasıl hayal edebilirdi?…

Bir gün tarlada çalışırken bayırda yuvarlamış uzun süre sürüklenmişti. Kafası, kolları, bacakları adeta derisi yırtılmış gibi kanıyordu. Tarla sahibi traktörle kendisini tedavi amacıyla alarak merkez köydeki bir sağlık ocağına götürdüğünde doktor kendilerinden bir kâğıt sormuştu. Nüfus cüzdanı dediği şey neydi acaba… Melek nüfusa kayıtlı değildi ki cüzdanı olsun. Ailede 9 çocuk kayıtlara geçmişti. Onuncu çocuk unutulmuştu.

Annesi muhtara giderek yalvarmış, o da kasabaya inince kayıt işlemlerini yaptıracağını söylemişti. Muhtarın kendisini de kurtarmaya yönelik çabası sonucunda bir belge alabilmişti. Ağabeylerine okuttu. Baba adı ölü Muhittin yazmaktaydı. Olsun yine de kimliğinde baba ismi yazıyordu ya varsın ölü olsundu.

Melek o düşme sonucunda baş ağrıları çekmeye başlamıştı. Özellikle tarlada çalışırken dayanılmaz derecede ağrıları artmaktaydı. Eve geldiğinde annesi onu cami götürüp cami hocasına okutmuştu. Cami hocası kendisine çok kötü bakmıştı. Melek bir daha gitmek istemediği için “ağrım geçti benim” yalanını söylemişti.

Melek 18 yaşına geldiğinde köy okulunda yeni mezun köy öğretmenini görmüş ve çok etkilenmişti. O da erkekti fakat cami hocası gibi korkunç gözlerle bakmıyordu. Tarla dönüşünde yol güzergâhını değiştirip okul lojmanının önünde geçmeye başlamıştı. Önceleri öğretmenin hiç ilgisini çekmemekle birlikte bir süre sonra kendisini dikkatlice izleyen bir çift bakışı fark etmekte gecikmeyecekti.

Bir akşamüstü tarla dönüşünde yalnızdı. O gün ablaları hasta olduklarını bahane ederek çalışmaya gelmemişlerdi. Melek biraz kendisine çekidüzen vererek okul tarafına yöneldi. Öğretmen lojmanın bahçesinde oturuyordu. Melek’in geldiğini görür görmez yanına koşarcasına gelerek konuşmak istediyse de Melek öğretmenin yüzüne dahi bakmadan oradan uzaklaşmıştı.

Bir akşam vakti annesi kızını kapıda karşılamıştı. O akşam köy muhtarıyla öğretmen evlerine geleceklerdi. O nedenle Melek’in kendisine çekidüzen vermesi gerekecekti. En güzel elbisesini giymeliydi. 2 taneden başka elbisesi yoktu ki. Nihayet çözüm bulundu. Komşu kızından ödünç giysi alınacaktı. O gece Melek aynanın karşısına geçerek kumral saçlarını çözünce kendisini tanıyamayacak kadar güzel bulmuştu. Sonunda öğretmenle evlenecek hayalleri gerçek olacaktı.

O gece anne öğretmenle muhtarın evlerine gelmemeleri için haber gönderdi. Nedenini Melek anlamamıştı fakat annesi “benim Alevi gâvurlara verilecek kızım yok” demişti. Alevi olmak ne demekti. Ağabeyleri de razı değillerdi. Bu olayın bir başka yönü vardı. O da ağabeylerinin gelir musluklarının kesilecek olmasıydı. Tarlada çalışıp ağabeylerine parayı kaptırıyordu. Melek, yaşamı boyunca dilinin döndüğünce annesine beddua etti.

O gece Melek sabaha kadar ağladı. Annesiyle günlerce konuşmadı. Tarlaya gidip akşama kadar çalışıp ağabeylerine sus payı olarak parayı verdikten sonra yemek bile yemeden odasına çekilerek uyuyordu.

Ağabeyleri evlenince eve gelen eşleri de Melek’e zulmetmeye başlamışlardı. Melek artık 37 yaşına gelmişti. Annesi ölmüş evin yönetimi yengesine geçmişti. Gündüz sabahtan akşama kadar kazma sallayıp yorgun argın eve gelince de bu kez yeğenlerine bakmakla yükümlüydü. Bu yaşam kendi yaşamı değildi, birilerinin kendisine biçtiği bir gömlekti sanki.

O yıl köylerine sağlık ocağı yeni kurulmuştu. Doktor atanmamıştı fakat Nilgün isminde genç bir ebe hemşire çalışmaktaydı. Ebe hemşire Ankara’dan gelmişti. Melek kendisini çok seviyordu. Evde ve tarlada işten güçten olanak bulduğunda soluğu sağlık ocağının lojmanında alıyordu. Bu durum kısmen kendisini dinlendirmekteydi.

Melek, bir akşam arkadaşına gittiğinde Nilgün, daha önce çalıştığı sağlık ocağından bir arkadaşıyla konuşuyordu. Ankara’da iki çocuklu bir sağlık memurunun eşinden boşanmış köyden kimsesiz bir kızla evlenmek istiyormuş. Nilgün de Melek ablasından bahsetmişti.

Melek korkuyordu. Köyünden başka hiçbir yere gitmemişti. Hiç bilmediği, hiç görmediği bir yerlerde yaşamak ürkütücü gelmişti. Keşke o annesinin kötülediği öğretmene kaçmak cesaretini gösterebilseydi.

Bir hafta sonu yaşlı bir kadınla yaşlı bir erkek geldiler. Yaşlı kadın Melek’in evleneceği Ahmet beyin ablasıymış. Ağabeylerle konuşulduktan sonra camiye haber salınmış cami hocası eve gelerek dini nikâhlarını kıymıştı. Evde birer bardak şerbetler içildikten yola çıkılacaktı.

Melek odasına giderek Pazar çantasına benzeyen çantasına 1 adet yedek şalvar, bir pijama ve yine bir elbise, terlik koymuştu. Bir de içi saman dolu küçük bir yastığı çantaya sıkıştırmayı unutmamıştı. (?) Bütün çeyizi buydu.

Kasabaya inerek ablayı başka bir köyün minibüsüyle yolcu ettikten sonra Ankara’ya iki kişilik otobüs bileti aldılar. Gece yolculuğu yapacaklardı. Melek bu duruma üzülmüştü. Yol boyunca hiçbir yer göremeyecekti. İçinde kor bir alev yanmaktaydı. Kendisini kafesinden çıkartılan bir kuşa benzetiyordu. Yaşamında hiç bu kadar korkmamıştı. Ağabeyleri başlık parasını aldıktan sonra kendisini bir eşya gibi satmışlardı ya ona yanıyordu.

Yol boyunca tepeden tırnağa sigara kokan Ahmet beyle hiç konuşmadılar. Otobüs Afyon’da mola yapınca indiler. Melek, kendisini nasıl bir yaşamın beklediğini bilmiyordu. Acaba kocasının kötü alışkanlıkları var mıydı, şiddet uygulayacak mıydı? Bunların hiç birini bilmiyordu. Bagaja vermediği çantasındaki yastığa sımsıkı sarıldı ve gözlerini yumdu.

Sabaha karşı Ankara Otobüs Terminalinde indiler, oradan bir taksiyle Yenimahalle Ergazi Sağlık Ocağının lojmanına geldiler. Artık yeni yaşamına adımını atmıştı. Eğer yolunda gitmeyen bir olumsuzluk yaşarsa geri köye nasıl dönecekti… Bu durumu düşünmek dahi istemiyordu.

Ertesi gün Ahmet bey işbaşı yapmıştı. Burası yeni bir yerleşim birimi olduğu için yakın çevrede başka bir konut bulunmamaktaydı. Olsaydı bile kendisi gibi bir köylüyle kim arkadaşlık ederdi bilinmezdi.

Evdeki malzemelerden yemek pişirmek istediyse de dolaptaki yiyeceklerin çoğunu daha önce hiç görmediğini fark etmişti. Ne çok bilmediği konular varmış. Elinden geldiğince yemekleri pişirip, masayı donattıktan sonra kocasının eve gelmesini bekledi.

Yemekler yenmiş, çaylar içilmişti. Ahmet bey ertesi sabah giymek istediği pantolonunu ütülemesini rica etmişti. Ütü ne demekti… Daha önce hiç görmemişti ki. Telaşa kapılınca Ahmet beyin yüzünde garip bir gülümseme görüp kendisinden utanmıştı. Ahmet bey ütü masasını açarak kendisi ütülemeye başlayınca dikkatlice izledi. İçinden “ne var telaşa kapılacak, çok kolaymış” dedi.

Melek evden dışarıya adım atmayalı neredeyse 1 ay olmuştu. Kafesteki kuş gibiydi. Nereden gelip nereye gideceği belli olmayan bir kadındı. Ahmet beyin yetişkin bir erkek bir kız olmak üzere 2 çocuğu vardı. Anneleriyle beraber yaşamaktaydılar. Onlar bile evlerine geldiklerinde Melek’e küçümseyen gözlerle bakıyorlardı.

Melek çocuklar gittiklerinde o gün kararını verdi. Okuma yazma öğrenecekti. Sağlık ocağındaki hemşirenin kızı ilkokul 2. Sınıfa gidiyordu. Ondan birinci sınıfın kitaplarını istedi. Bir de bakkal defteri, kalem, silgi aldırdı kocasına… Nasıl olacaktı bilmiyordu. Hiçbir şey anlayamıyordu.

Aklına tv açmak geldi. Sabah programında Susam Sokağı diye bir dizi vardı. Kararını verdi. Buradan öğrenecekti artık.

Melek, ciddi anlamda öğrenme güçlüğü çekiyordu. O zaman anladı tarladaki kazadan kaynaklı bir durum olduğunu. Aradan 8 yıl geçti. Melek sadece büyük harfleri okuyabiliyordu. Bir de komşusu Bilge hanım Sözcü mu, Gözcü mu bir gazetenin ilavesi olan fişlerden veriyordu. Bir de 1 den 10 a kadar rakamları öğrendi. Daha fazlası elinden gelmiyordu.

Evliliklerinin 10. Yılı dolduğunda Melek kocasına köyden getirdiği küçük yastığı önüne koydu. Makasla kestiğinde içinden bozuk para dolu bir kese çıktı. Bu paralar tarlada yevmiyeyle çalıştığı yıllarda bozuk paralardan bir kaçını ağabeyine vermiyor, biriktiriyormuş. Esasen 10 yıl önce bu paraları kocasına vererek değerlendirebilmiş olsaydı 3 adet burma bilezik alabilecekti. Kocası neden daha önce açmadığını sorduğunda “ben ne bileyim sen bana eziyet edersen evden kaçıp köyüme giderken kendime otobüs bileti alırım diye düşünmüştüm” demişti. Kocası kendisini bir kez daha aşağılamak için fırsatı kaçırmayacaktı.

Evleneli 10 yıl bitmiş, çocuğu olmamıştı. Kendisini suçlu gibi hissediyordu. Bir çocuğu olaydı, onunla avunacak, yalnızlığını unutacaktı. Kimbilir, belki de evliliğini sağlamlaştırmış olacaktı.

Bir gün sağlık ocağına yeni bir kadın doktor atanmıştı. Doktorun küçük bebeği vardı. Bebeğe bakacak kimsesi olmadığı için işyerine getiriyordu. Melek kararını o gün vermişti. Bu bebeğe bakacaktı. Çocuk okula başlayıncaya kadar baktı. Okula başladıktan sonra da yarım gün okula gidip yarım gün melek annesine geliyordu. Melek mutluydu. Küçük Ertan’la birlikte ders çalışabilecekti. Kocası sağlık ocağından emekli olup kendilerine başka bir mahalleden ev alıp lojmandan taşındılar.

Yakın zamana kadar Melek günleri sayamıyordu. Günlerden sadece Cuma’yı biliyordu. Diğer gün ertesi diye başlıyordu. Sonunda 7 günü de ezberledi. Artık sokağa çıkıp otobüslerin ön yazısını okuyabiliyor başka bir semte gidebiliyordu.

Giderek ağrıları artmaya başlamıştı. Her ne yaparsa yapsın kocası tepki göstermeye başlamıştı. Kendisi bu evde esirdi.

Bir sabah uyandığında canına tak etti. Yanında uyuyan kocasını uyandırdı ve ona “ben artık senin küçümsediğin Melek değilim” dedikten sonra kocasını kendisine kahvaltı hazırlaması için mutfağa gönderdi. Yatağından doğrulup aynadaki yüzüne baktı.
“Seni yaktılar fakat sen küllerinden yeniden doğmalısın Melek…” dedi.

Züleyha Akın – 23.03.2021

Son Haberler

İlgili Haberler