Dizi, sinema oyuncu, yazar ve hekim Ercan Kesal, Frankfurt Alevi Kültür Merkezi‘nde düzenlenen film gösterimi ve söyleşiye katıldı. Frankfurt Haziran Kültür Evi ile Frankfurt AKM‘nin birlikte düzenlediği etkinlikte Ercan Kesal‘ın yönettiği belgesel film ‚Fındıktan Sonra‘ izlendi. Belgesel filmde Karadeniz köylüsünün tahıl ve mısır üretiminden vaz geçerek fındığa yönelmesini, bunu yaparken de imece usülü yardımlaşmadan uzaklaşıp, uzaklardan mevsimlik işçi getirmesini konu ediniyor.
Recep Bayer‘in sorularını yanıtlayan Ercan Kesal, sinemada çok uzun geçmişi olmadığını belirterek, „Yılların oyuncusu‘ gibi tanımlara rastlıyorum. Ne diyorlar? Ben doktorum. Hekimlikten başka birşey yapmadım uzun yıllar. Sinemadaki sürecim, ‚Uzak‘ filmini saymazsanız. O hesabla katılmayacak bir oyunculuktur. 2008‘de ‚Üç Maymun‘dur sinemaya girişim. Niye öyle algılanıyor? Sinemayı evvelden beri öngördüm, sinema yapmak istedim. İstanbul‘a geldiğim, Fransa‘da yaşadığım yıllarda da, hep sinema arzusu vardı. Ama yönetmen olarak. Sinemaya girişim edebiyatla oldu. Birbirinin zıttıymış gibi görünen işlerin buluştuğun nokta var, başlatan, hem sebebi olan hem de sonucu olan şey edebiyat. Kelimeler, kitaplar üzerinden kurulan bir ilişki var. Siz çok okuyarak, sonra yazmak da başlıyor. Bu 9 – 15 mesaisinin olduğu, kapitalist sistemin bizi birbirimize benzettiği dünya, bu gerçekliğin dışında bambaşka birşey var. Biz bunu hayal ederek, kendi düşüncemizde okuyarak, yazarak, çekerek, oynayarak yeniden icat edebiliriz“ dedi
‚Sahip olamayacağımız tek şey zaman‘
Söyleşide başka bir gerçekliğin mümkün olduğunu kaydeden Kesal konuşmasına şöyle devam etti: „Başka bir gerçeklik var, yeryüzünün bugünü, yarının bir parçası gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Yeryüzünü sahipleniyorsunuz. Kapitalist dünya için sıradan bir tüketicisin. Sanat, edebiyat, ‚Doğacaksın, tüketeceksin, yaşlanacak ve öleceksinin‘ dışında bu dünyanın bir parçasısın. Çok kıymetli bir yerin var. Ben bu yeryüzü sofrasının bir misafiriyim. Evet ben olmadan da dünya vardı ve benden sonra da devam edecek. Ama ben olursam dünya daha iyi olacak“ duygusunu veriyor. Bu yüzden çok kıymetli. Bu yüzden kelimelerden, sinemadan, resimden, müzikten vazgeçilmiyor. Başka bir gerçekliğin cesaretini edindiğiniz zaman, dünyayı değiştirme ve dönüştürme cesaretine sahip oluyorsunuz. Aslında kitaplar, filmler dünyayı değiştirmiyor. Biz, onları okuyanlar, onlardan etkilenenler ; değişenler ve dönüşenler, dünyaya sahip çıkma cesareti ediniyorlar. Sanat bu yüzden çok kıymetli. Sinemanın bir parça daha diğerlerinden ayıran özelliği var. Sinemada zamanla ilgili meselemize müdahalesi var. Bizim değiştiremeyeceğimiz, kontrol edemeyeceğimiz, sahip olamayacağımız tek şey zaman. O elimizden kayıp gidiyor. Sinemayla o zamanı mühürlüyoruz. Onu geri döndürme şansına sahip oluyoruz. Yaptığım işler birbirinden ayrı gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan, birbirinin sebebi ve sonucu olan işler. Hepsinin hizmet ettiği ise yaşama sanatı. İyi, kendine saygı duyarak yaşamak, dünyayı hakederek ölüp gitmek“
Herkes yazar ama…
Her insanın yazdığı birşeyler olduğunu kaydeden Ercan Kesal, „Hatıra defteriniz, şiir alıştırmaları da, birkaç küçük dize, not bile edebi bir uğraştır. Ama profesyonelleşme süreci işin zanat kısmının da başladığı süreçtir. İlham ve esin meselesi olmazsa, olmaz. Okuduklarınızdan, gördüklerinizden etkilenirsiniz. Onları kağıda dökersiniz. Ama malzeme gibi durur, orada. Onları o haliyle bırakırsanız karmakarışık bir şiir olur. O malzemeyi kurgulamalısınız. Film kurgulamak gibi. İşin bu tarafı zanaat kısmı. Bir ayak tamircisi, halı dokuyucusu gibi. O metnin sağını solunu işleyerek kendi üslubunuzu ona yedirinceye kadar uğraşmalısınız. İlk yazdığım şiirler, 1981 yılında bir edebiyat dergisinde yayınlanmaya başladı. Sonra ara ara sürdü. Son kitabım, ‚Velhasıl‘, yazın serüvenimi izleyebileceğiniz bir kitap“ dedi.
Yaşamından 1960, 1971, 1980 gibi kesitlerin aynı zamanda ülkenin de önemli tarihi süreçleri olduğunu kaydeden Ercan Kesal konuşmasına şu ifadelere de yer verdi: „12 Mart‘ta ortaokulda öğrenciydim Avanos‘ta. Liseyi Nevşehir‘de bitirdim. İlk üniversitem Siyasal Bilgiler. 1976, 1977 yıllarında orada öğrenciydim. 80 öncesi hareketliliğin, politik kaosun iç savaş koşullarının yaşandığı dönemde öğrenciydim. İzmir‘de diş hekimliğinde okudum. Tıp Fakültesi benim üçüncü üniversitem. 90‘lı yılları benim kuşağım iyi bilir neler yaşandığını. Mecburi hizmet yıllarıydı. Sonra sinema düşüncesiyle İstanbul‘a geldim. Hala İstanbul‘dayım. Bunların içine 12 Eylül askeri darbe, 12 Mart, 60 askeri darbesi, yakın zamanda yaşanan darbe teşebbüsü. Geriye dönüp baktığımda kendi siyasal tarihimle ülkemin tarihini pekala anlatabilirim. İnsanlık tarihi bizim kendi yaşımızla, ömrümüzle kolay kolay tarif edilebilecek bir tarih değil. Biz kendimizi hayatın merkezinde zannederiz. İnsan kendisini çok önemser. Aslında bu bir ‚zaaf‘. Dünyanın ömrüyle karşılaştırıldığında bizim ömrümüz nedir ki? Hayata, dünyaya dair laflar etmek, herşeyin köküne ermiş de akilanelik yapmaya kalkışmaktan hicap duyarım. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzun. Biz ancak sezdiklerimizden söz edebiliriz. Antropoloji ve psikoloji eğitimleri insanı terbiye eden eğitimlerdir. Arkelojik yazılara baktığınızda anlıyorsunuz ki sürekli kendini tekrarlayan dizgelere sahip. Tanrıların Vatanı Anadolu kitabında Asurlardan kalma, milattan önce bir tablette yakınma var: Bu dünyada dayın olacak. Dayın yoksa hiçbirşeysin. 2019 yılında da bu lafı duyabilirsiniz. Üstelik dayı diyor, amca değil. İnsanlığın derdi, kederi, problemleri çok fazla değişmemiş. Sadece onların algılanışı, yorumlanışı değişmiş..“