1.7 C
Almanya
Salı, Kasım 19, 2024

Duygu(m) – Züleyha Akın

Günlerden 18 Aralık 2021 ve ben İzan Yayıncılık okur – yazar imza günü buluşmasına yetişmek için evimden çıktım.

Sitenin çıkış kapısında genç bir kız bana seslendi. “Hocam!”

Dönüp baktım. Tanımıyorum. “Hocam beni tanıdınız mı? Ben Duygu…”

Duygu… Benim Duygu’m mu?

Yıllar öncesiydi. Küçücük bir kız çocuğu yaşardı bu sitede. Çocukların kendi kurdukları oyunlarına almadıkları ve aksine “deli… Deli” diye alay ettiği küçük bir kız çocuğuydu.

İlkokul 4. Sınıfa geçtiği halde okuma yazma bilmiyordu. Öz ablası da dahil tüm kardeşleri alay ediyorlardı. Okuma yazmayı öğrenemediği için.

O gün orada Duygu bana seslenmişti. “Hocam kurtar beni!…”

İyi de ben bu küçük kızı nasıl kurtaracaktım?

Ertesi gün beraberce kızın evine gittik. Annesi kapıyı açtı. Güleç yüzlü küçük bir kadındı. Küçük bir kadın diyorum, 13 yaşında evlenmiş beş kız çocuğu doğurmuş 25 yaşında bir anne…

Kocası kesin karar almış. Altıncı çocuk kız olursa o eve kuma getirecek!… Karadenizli tutucu bir aileydiler.

Benim derdim 4. Sınıfa geçen bir çocuğun okumayı sökememesiydi. Başkentin en merkezi okulunda böyle bir durum olanaksızdı.

Ertesi gün okuluna gittim. Kimdim ben? Duygu’nun büyükannesi miydim? Öncelikle okul müdürüne gitmedim. Okul müdürü büyük olasılıkla badem bıyıklı bir herifti. Yeni atanmıştı.

Ben geçmişte Milli Eğitim Bakanlığı Yönetici Atama Komisyonu Üyesiydim. Ölçü ve ayarları iyi bilirdim.

Okulda geçmiş yıllarda içinde yer aldığım ve mücadele ettiğim sendikanın işyeri temsilcisine gittim. Kendimi tanıttım ve küçük kızın durumunu açtım. Okulda öğretmeninden şiddet gördüğünden de bahsettim.

İşin ilginç yönü Duygu’ya şiddet uygulayan öğretmen bizim sendikamızın üyesiydi. Kadındı ve iki çocuk annesiydi. Bir başka realite de benim gittiğim öğretmenin de öğrencilerine şiddet uyguladığıydı.

Ben bunları duyunca şok olmuştum. Hem bizden, hem kadın, hem de iki çocuk annesi ve öğrencisinin boğazına kalem batıracak kadar acımasız bir öğretmen… Bu aklımın alabileceği bir şey değildi.

Kimi kime şikâyet edecektim?…

Teneffüs saatini bekleyerek öğretmenler odasına gittim. Öğretmenini buldum ve Duygu’dan söz ettim. Panikledi…

Gözünü gözüme kenetleyerek tek soru sordu. “Siz beni şikâyet mi edeceksiniz?…”

“Kesinlikle hayır. Ben sizi şikâyet etmeyeceğim. Benim amacım bağcıyı dövmek değil ki…”

“Yalvarırım hocam. Lütfen beni müdür beye şikâyet etmeyin. Benim iki küçük kızım var. Eğer ki beni gecekondu bölgesine sürgün ederlerse ben perperişan olurum. Lütfen bakın size yalvarıyorum. Beni lütfen…”

Yerimden kalkarak kapıya yöneldim ve çıktım.

Duygu’nun evine geldiğimde küçük kız tir tir titriyordu. Korkuyordu çünkü ertesi gün öğretmeninden dayak yiyecekti.

Ama Duygu asla dayak yemeyecekti. Ben önlemimi almıştım.

Babasıyla konuşmak istediğimi akşam eve geldiğinde benim evime uğramasını söyleyerek evime döndüm.

Akşam babası geldi. Kısaca durumu kendisine anlattım. “Boş verin hocam. Okuma yazma öğrenmese de olur. İlkokuldan çıksın veririz bir kocaya çeker gider… O da mı dert. Hem anası da okur-yazar değil. Ne olacak ki… Ev işi yapsın, kocasına hizmet etsin yeter.”

Bu da sonuç vermedi. Aklıma koyduğum bir durum vardı. Ben bu kıza okumayı öğretecektim…

Kız kardeşim uzun yıllar sınıf öğretmenliği yapmış ayrıca Gazi Üniversitesinde okuma-yazma üzerine master eğitimi almıştı.

Kardeşime telefon ederek bu durumu anlattığımda yeniden bir şok daha yaşayacaktım. “Abla bu kıza sen hiçbir şey öğretemezsin. Anlattığın kadarıyla bu özel bir çocuk… Senin bu konuda eğitimin yok. Asla başaramazsın!…”

Telefonu kapattım. Tartışmaya gerek de yoktu.

Ertesi gün Duygu’nun annesine giderek çocuklarının hepsine ders vereceğimi fakat en çok Duygu’ya ağırlık vereceğimi söyledim. Kadıncağız ezik bir ifadeyle “hocam benim kocam inşaat işçisidir. Biz karnımızı zor doyuruyoruz. Size ücret ödeyemeyiz.”

Ben kesin bir ifadeyle; “Ben para istemiyorum. Kapımın önünden geçerken bir selam vermeniz yeter” diyerek konuyu kapattım.

Ertesi gün kızların okul çıkışını bekleyerek evlerine gittim.

Evlerinde bir sehpa ve üzerinde bir televizyon, bir adet küçük bir halı ve köşelerde minderler vardı. Küçük kızlar yere defterlerini sererek ödevlerini yapıyorlardı. Yapacak bir şey yok. Yere oturarak defter ve kitaplarımız serdik ve çalışmaya başladık. Kızların dördü okula gidiyorlar en küçük kız iki yaşında… O da eline bir defter alarak aramıza katıldı. Küçük kız Eda’ya çöp çocuk çizmeyi öğretiyorum.

Sil baştan aldık programı… Duygu’ya ilk gün iyi bir antreman yaptırdım. Yavaş yavaş anlatıyordum.

Çok eski yıllarda bir kitap okumuştum. Şimdilerde baskısı yok sanırım. Kitabın ismi “Barbiana öğrencilerinden mektup”tu.

Küçük Barbiana’m önce kendi ismini sonra da annesiyle babasının ismini yazmak istedi. Ben akademik eğitim aldığım için bu yöntemlerden çok uzaktım. Harflerden mi sözcük üretecektik yoksa sözcüklerden mi harf üreterek öğrenecektik… Bilemezdim.

“Sevgiyle başlar her şey” demişti şair. Ben de öyle yaptım. Benim bildiğim en iyi öğrenme yöntemi yaparak yaşayarak öğrenmekti. Karanlıkta el yordamıyla bile olsa… Bunu başaracaktım.

Duygu ve kardeşleriyle o haftayı geçirdik. Bana göre ilk hafta ivme kazanamamıştık. Diğer kızlar başarılıydı. Benim ne dediğimi anında anlıyor ve uyguluyorlardı. Duygu’mda tık yoktu.

Moral bozmak benim işim değildi. Ertesi hafta biraz daha emek verdim. Duygu o günkü dersi kavradı ve ben umutlandım.

Ertesi gün benim için hüsrandı. O gece Duygu her şeyi unutmuştu.

“Sil baştan yaşamak gerek hayatı” dedim kendi kendime. “Yılmak yok, yola devam” dedim kendimce…

Aradan dört hafta geçti. Sonuç hüsrandı.

Ben her gece kitaplar karıştırıyor, internetteki bilgi kirliliğine bile aldırış etmeksizin araştırıyordum.

Artık uykularım kaçıyor, yemek içmek gibi gereksinmelerim yok oluyordu.

Ne yapmalıydım?… Bir çözüm bulmalıydım. Ya bir yol ya da bir yöntem keşfetmeliydim.

Keşiflere doğru yolculuk ettiğimde gerçeğe ulaşmaya başladığımı fark ettim. Anne 13 yaşında kendisinden birkaç yaş büyük ablasının kimliğini çalarak sevdiği erkeğe kaçmıştı. Başka bir köydeydi sevdiği erkek. İmam nikâhı yaptıktan sonra ilk çocukları akabinde ikinci çocukları Duygu doğduğunda kocası askere gitmişti.

Bir gece Duygu yüksek ateşle kıvranıyordu. Annesi Melek bebeğini köyün sağlık ocağına götürmek istemişti. Kocası askerde olunca kayınpederinden izin alması gerekiyordu. Kayınpeder izin vermemişti. “Bebek dediğin ateşlenir, ateşi düşer ne demek kadın başınla sağlık ocağına gitmek bre kadın!… Sen bilmez misin köylük yerde dedikodu olur. Kocan askerde…”

O gece küçük bebek havale geçirir ve beyin hücreleri ölür.

Geç yürür, geç konuşur Duygu… Dahası ne konuştuğu anlaşılmaz. Köylüler “deli” derler küçük kıza.

Daha sonraki süreçte sanırım 3 ya da 4 yaşında ablası tarafından merdivenden iteklenerek yere çenesinin üstüne çakılır küçük kız. Çene kemiği yanlış kaynar ve konuşması anlaşılmaz duruma gelir. Kepiç ağızlı derler küçük kızıma.

Benim Duygu’m bana gelinceye kadar bunları yaşamıştı.

İkinci ay yine her gece ders yapıyoruz ertesi gün yine unutuyordu. Duygu gittikten sonra ağlıyordum. Çaresiz ve çözümsüzdüm.

Başımı kitaplara gömmüş deliler gibi araştırıyordum. Bir yolu olmalıydı…

Üçüncü ayın sonunda Duygu’da bir değişim vardı. Kesik kesik yani heceleyerek okumaya başlamıştı. O gün önceki günlerde de olduğu gibi kızların hepsine de ödül verdim. Çıkolatalarını alıp yediler.

Bu arada bir mucize gerçekleşti. Mucize benim ödülümdü. Duygu yerinden doğrularak yanağıma bir öpücük kondurdu.

O an unutulmazdı. Tüm yorgunluğum geçmişti. O gece Dünyanın en mutlu insanıydım. Özel bir çocuk beni öpmüştü. Bundan daha güzel bir şey olamazdı. Şu an bile o geceki öpücüğün sıcaklığını sol yanağımda hissediyorum.

Derken sömestri tatilinin başında Duygu’m ara karnesini aldı. Tüm derslerden bir hayli iyi not almıştı.

Öğretmeni bu başarıyı kendisine mal etmişti. Bu durumun benim açımdan bir sakıncası yoktu. Kime kendisine mal ederse etsin. Benim için sonuç önemliydi.

…………………

Bugün bana seslenen benim küçük öğrencim değildi. Genç ve güzel bir kızdı.

“Hocam beni tanıdınız mı? Ben Duygu” diyordu.

“Duygu…” Yüreğimin derinliklerinde bir ses… Bir acı, bir kırıklık, bir eziklikti bu.

Benim Duygu’m genç kız olmuştu. Kafasını boydan boya saran bir türban bağlamıştı. Babası okula göndermiyormuş. Kız kısmı evde kalıp kısmet bekleyecekmiş…

Duygu bana doğru koştu. Sarıldık, bir sevgi yumağı oluşturmuştuk. Kokladım küçük kızımı… Eskisi gibi süt kokusu vardı. Uzun süre öylece kaldık.

Benim toplantıya yetişmem gerekiyordu. Telefon numarasını istedim ve kaydettim anında. Yanındaki kıza cep telefonumu uzatarak “bizim fotoğrafımızı çeker misiniz” diyerek ricada bulundum.

Telefonumu çantama koyarken Duygu “bana da bu resimden gönderir misiniz ama sakın sosyal medyada paylaşmayın lütfen olur mu” diye ricada bulundu.

“Olur elbette. Bu fotoğraflar sadece bende kalacak. Asla kimseyle paylaşmam” dedim. Yeniden sarıldık birbirimize.

Ayrılırken öptü beni.

Bu öpüş o küçük kızımın öpüşü gibi değildi. Kızımla vedalaştım.

Siteden koşar adımlarla çıktım. Ana caddede servis beklerken boynuma bağladığım fuarda bir ıslaklık hissediyordum. Etrafımdaki insanların ne düşünecekleri umurumda değildi. Zırıl zırıl ağlıyordum.

Benim küçük kızımı türbana sokmuşlardı. Yakın bir zamanda kendi deyimleriyle “helal süt emmiş” biriyle evlendirirlerdi.

Sistem bizi değirmen gibi öğütüyor, un ufak ediyorken biz hiçbir şey yapamıyoruz.

Züleyha Akın – 18.12.2021

Temsili foto: Pixabay / Cole Stivers

Son Haberler

İlgili Haberler