Arzu DİNÇER
Gökyüzüyle dans eden bir İzmir sabahında dalgaların, martıların hayatın tadını bizden daha güzel çıkarttıklarını fark ettim. Şehrin içinden Urla tarafına doğru ilerlerken bu farkındalık senfonisine zeytiniydi, çamıydı, mandalinasıydı, portakalıydı, dağ çilekleriydi, kayasıydı, toprağıydı çoğalarak katılmaya başladılar.
Susarak izlenimledim, hissetmeye çalıştım soluduğum havada varlıklarını. Tek bir cevap vardı bu arayışın “Huzur”.
Senfoninin görünmeyenleri tavşanlar, tarla fareleri, çeşit çeşit börtü böcek…
Ne birbirlerini bombalıyorlardı ne de yok ediyorlardı birbirlerini. Çoktular ama bir tablonun içinde birdiler.
Bir olmak, birlikte yaşamak, birlikte kendi payımıza düşen yaşam zamanını tüketebilmeyi başarmak!
Ütopik ve boş geliyor olabilir bu başlangıç. Sizlere bilgilenebileceğiniz bir yazı sunmayacağım. Bunu yapan onlarca gerçek gazeteci var zaten. Çatışma ya da dobra laf adı altında üstü kapalı küfürlerde yazmayacağım. Bugün ben ya da biz duyguların esareti altında kalalım istedim.
Nerelerde yaşıyorsunuz? Çalışma şartlarınız ne? Kimsiniz bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu yazılanların insanların okuduğu. İnsan olmanın hayvanlardan belki de en büyük farkı okuyup yazabilmek. Öfke patlamalarında hayvanlara atıfta bulunulur genelde şaşırır kalırım buna. Onlar bizden daha dürüst ve daha duygularıyla yaşıyorlar hayatı.
Durum biz de böyle mi? Gülmeyin, aklınızdan kim bilir neler geçti bir anda.
Yanında ölecekmiş gibi hissettiğimiz kaç insanın yüzüne gülüp aklımız başka diyarlarda dolanıyorken dinliyormuş gibi yaptık (Dinlemek).
Derdini anlatan birinin son cümlesi ağzından çıksa da leb demeden çoruma gidip gelmiş ve hemen ardı ardına sıralanıp cümleye dönüşmüş kelimelerimizi döküvermek için can atmadık (Anlamak).
Kendi gözlerimizin, beynimizde oluşturduğu algılar çerçevesine oturmayan görüş sahiplerini, yerden yere çalarken ben daha iyisini yaparım seline kapılmadık (Hırs).
Var olan çatımızın altında otururken, sırf sohbet olsun diye başka çatıların altındakileri çekiştirmedik (Dedikodu).
Aşk adı altında karşılık buluncaya kadar ne kadar şirinliklerimiz varsa sergileyip sahiplenmeyi hayatını çalmakla karıştırmadık (Sevgi).
Savunduğumuz fikirleri ölmek var dönmek yok imgeleriyle süsleyip, çarkın içinde dişlerin arasında ezile ezile savunmaya çabalarken aslında tüm insanların ezildiğini anlamadık (Farkındalık).
Bu da mı gol değil diyerek, kale de kimin durduğuna kendimizin nerede bulunduğuna hiç bakmadık (Kadercilik).
Sahip olduklarımızın tadına varmadan başka sahip olunanlara gözümüzü dikip üç günlük denilen hayatı kendimize zehir ettik (Kıskançlık).
Çığlık atarak anlattığımızı sandığımız nice baş edilemeyen haksızlıkların karşısında Adalet Hanımın terazisi yerine kılıcına geçirilmiş durumuna düşmedik (Hakkaniyet).
İsyan ettik canımızın yandığı zamanlarda, duygularımızın katilini binlerce kez beynimizde öldürmedik mi? (Öfke)
Yeni doğan bir bebeğin kokusunu ilk kez çekerken ciğerlerimize yenilendik (Mutluluk).
Kaç gecenin perdesini çekerken güne, sabah güneşinin mucize olacağını hayal ettik (Umut).
Başarı karşısında yüreklerimiz yerinden çıkacakmış gibi heyecanlandığı durumlarda, gerek göz yaşlarıyla gerekse çığlık çığlığa coşku selinde damla olmak (Sevinç)
Çuvaldız batırılmış bir yuvada analar, babalar, çocuklar, kardeşler ateşe atılmış gibi ağlarken iğneyi kendimize batırıp onlarla yanmak (Empati).
Duygular, duygular öyle çok ki! Empati de takılıp kaldım. Güne başlarken tanık olduğum senfoniyi hatırlayın şimdi. Çokluk içinde birlik olmuş büyük bir tabloyu biz olsak da olmasak da devam ettiren ve devam ettirebilecek o güçlü senfonik doğa orkestrasını.
Şimdi bize bakın. Her günü arabesk şarkı sözleri gibi umutsuzluk, hüzün, kaygı, korku içinde yaşar olduk. Birileri egolarını son demlerine kadar şişirsinler ve kendilerine tanınan yaşam zamanlarını fevkaladenin fevkinde geçirsinler diye sunulan acı balı yiyoruz durmadan.
Duygularımızdan mutluluk türevleri çalınıyor. İhmaller, kışkırtmalar, hedefler, çözümlü olan ama çözümsüzmüş gibi bizlere servis edilen sorunlar.
Biz de çoğuz, biz de birlikte yaşayabiliriz. Birbirimizi sevip sevmemek özgürlüğüne sahibiz ama asla düşman değiliz, olamayız zira yaşam payımızı kullanıyoruz hepimiz.
Her birey soluk alıp veriyor, acıkıyor, güven duymaya ihtiyaç hissediyor. Güvensizlik halinde öfkeleniyor. Ve illa ki varlığını güvende hissedeceği bir halkanın parçası oluyor. Ve vakti gelen o halkadan ayrılıyor. Duygular dedik hani, ölümlüyüz ölümsüz gibi yaşayanlar bunu da hatırlamakta fayda var.
“Saçlarına yıldız düşmüş koparma anne” der Nevzat Çelik şiirinde o annelerin saçlarına yıldız düştüğünde çocuk olan bizim kuşağın saçlarına da yıldızlar düştü. Ve yaşadığımız zaman diliminde hissettiğim şu ki insanlıkta düştü tanımlandığı değerden.
Yani dostlar duyguların altın olanlarına sarılmadığımız sürece insanlık keli saracak gittikçe çevremizi.
Şimdi aynanın karşısına geçelim bir bakalım kendimize. Barışı önce kendimizle sağlayalım, minik bir tebessümle “Seni Seviyorum” diyelim ve en yakınımızdaki insana sarılalım. Varsın saçlarımız olmasın ama insanlık bizde baki kalsın.
Sevgilerimle,