GÜRSEL KÖKSAL
Deniz Yücel, bir süredir İstanbul’da terör örgütü üyeliği, terör propogandası yapmak gibi suçlarla gözaltında tutuluyor. Axel Springer Grubu’nun iki yıl önce Türkiye’ye Die Welt gazetesi ve N24 kanalının muhabiri olarak gönderdiği Deniz Yücel’in başı Türkiye’de daha önce de derde girmişti. Ama Şanlıurfa Valisi’nin emriyle gerçekleşen o gözaltı kısa sürmüştü.
Şimdi ise suçlama ağır. Avukatına henüz bilgi verilmediği için resmen kesinleşmiş değil, ancak terör örgütü üyeliği, terör propagandası, kişisel bilgilerin gizliliğinin ihlali gibi suçlamalar sözkonusu. 2 ay önce başlatılan soruşturmada, evleri basılarak gözaltına alınan 6 gazeteci, 24 gün sonra mahkemeye çıkarılmış ve 3’ü (Birgün gazetesinden Mahir Kanat, internet haber portalı Diken’in eski editörü Tunca Öğreten ve DİHA Haber Müdürü Ömer Çelik) tutuklanıp, Silivri Cezaevi’ne konulmuşlardı. Deniz Yücel ise bir süre serbest kaldıktan sonra, yaklaşık iki hafta önce bizzat gittiği Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltına alındı. Hakkındaki haberlere bakılırsa, İstanbul’da Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyor.
Deniz Yücel, hem Türk, hem de Alman vatandaşı. Ancak Türkiye’deyken, resmi makamlar karşısında sadece Türk vatandaşlığı geçerli, diğerinin hükmü yok. Eğer yargı, Almanya doğumlu bu gazeteciye ülkemizin diğer gazetecileriyle eşit muammelede ısrar ederse, o da Türkiye’nin birçok gazetecisi gibi kariyerine bir de “hapishane eğitimi” ekleme riskiyle karşı karşıya… Umarız öyle olmaz..
Ama Deniz Yücel bir Alman vatandaşı ve Almanya’da yayınlanan bir gazetenin muhabiri… Ve en azından Almanya’da bir haftadır bunu bilmeyen neredeyse kalmadı…
Almanya’da bir tarafında federal hükümetin, diğer tarafında da meslektaşları ve arkadaşlarının yer aldığı geniş bir cephe, giderek büyüyen, güçlenen bir dayanışmayla onun yanında. Bir yandan diplomasi, politika ve medya dünyası yaptıkları açıklamalarla onun yanında tavır alırken, diğer yandan da sevenleri ve destekleyenleri oluşturdukları otomobil konvoylarıyla başkent Berlin’de, doğduğu, çocukluğunu yaşadığı Flörsheim kentindeki sokaklarında gerçekleştirdikleri korna eylemleriyle onu yalnız bırakmadılar. Flörsheim’daki konvoya kentin belediye başkanı bile katıldı. (Eğer gözaltındaki ikinci haftanın dolduğu 28 Şubat Salı günü de serbest kalmazsa, Almanya’nın diğer şehirlerinin de – Hamburg, Münih, Köln, Frankfurt, Leipzig – bu konvoylarla tanışma durumu var.)
Gazetelerde, televizyon ve radyoların haber bültenlerinde her gün onunla ilgili gelişmeleri, dayanışma eylemlerini duyuran haberler yer alıyor, bazı gazeteler onun özgür olduğu dönemlerde yayınlanan yazılarını tekrar tekrar yayınlıyorlar… Avrupa’nın birçok ülkesinden önde gelen gazetelerin yöneticileri de yaptıkları açıklamalarla onun yanında durdular.. En son Federal Meclis’ten 160 milletvekili, Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği’ne hitaben bir çağrı yayınlayarak, onun serbest bırakılmasını talep ettiler. Çoğunluğu Yeşiller ve Sol Parti’den, ama iktidar partileri CDU ve SPD’den vekiller de var aralarında. Deniz Yücel, tüm Almanya’yı birleştirdi. Eleştirdiği, karşısında olduğu politikacılar da ondan yana. Sağdan sola tüm partiler, sağdan sola tüm medya organları, bir tarafta işveren, diğer tarafta işçi örgütleri her kesimi birleştirdi.
Şimdiye kadar Deniz Yücel’in bu zor durumda ihtiyaç duyabileceği ve hakettiği dayanışma atmosferini zedeleyen tek bir şey oldu. Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’un (FAZ) Türkiye ve Balkanlar muhabiri Michael Martens, gazetenin pazar versiyonunda (FAS – Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung) yayınlanan köşe yazısında Alman medyasındaki Türkiye kökenli gazetecilerin, Türkiye’yle ilgili gazetecilik yaparken objektif olamayacakları kuşkusunu dile getirdi. FAZ ve FAS’ta birkaç yıldır Türkiye ve Ortadoğu üzerine yazdığı haber ve analizlere bakılırsa, aslında Martens, işini bilen ve ciddiye alan bir gazeteci. Nitekim Deniz Yücel’le ilgili onun imzasıyla yayınlanan haber de öyleydi… Ancak FAS’taki köşe yazısıyla herkesi şaşırttı. En azından şaşırttı, birçok kişiyi ise kızdırdı.
Orada bir yandan meslektaşının “saçma sapan” suçlamayla gözaltına alındığını yazarken, diğer yandan bu suçlamalara dolaylı da olsa hak verir duruma düşüyordu. Güya Almanya’daki önemli bir soruna değiniyor, yayın kuruluşlarının yöneticilerini göçmen kökenli çalışanlarına yönelik “ayrımcı” yaklaşımlarından dolayı eleştiriyordu. Yayıncılar, göçmen kökenli gazetecileri, sadece göçmenlerle ve anne-babalarının göç ettiği ülkelerle ilgili konularda çalıştırıyor, onları o ülkelere gönderiyor, başka konularda çalışma, ürün verme şansı tanımıyorlarmış…
Aslında normal zamanlarda tartışmaya değer bir iddia bu. Doğru yanları da var. Alman medyasında çalışan göçmen kökenli her gazetecinin, onu bu konuda doğrulayacak bir anısı vardır herhalde. Ancak diğer yandan son yıllardaki olumlu gelişmeyi de görmek gerekiyor. Örneğin büyük televizyon kanallarının ana haber bültenlerinin, kültür ve eğlence programlarının sunucuları arasındaki Türkiye kökenli ya da başka ülkelerden göçmen ailelerin çocuklarının sayısı artıyor. Örneğin Pınar Atalay (ARD), Aslı Sevindim (WDR), Mitri Şirin (ZDF), Nazan Eckes (RTL), sadece Türkiye ve Türklerle ilgili programların değil, çalıştıkları kanalların ana haber ve eğlence programlarını modere ediyorlar. Başkaları da var. Evet bu liste çok uzun değil, hatta Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçünün 55’nci yılında, Alman medyasında öne çıkan göçmen kökenlilerin sayısının az olduğu da söylenebilir, ancak bu alandaki gelişmeler olumlu…
Ayrıca Alman medya yöneticilerinin Türkiye ve Türklerle ilgili yayınlar sözkonusu olduğunda, Türkçe konuşuyorlar, Türkiye’yi biliyorlar diye Türkiye kökenli göçmen ailelerin gazeteci çocuklarını görevlendirme eğilimde olduğu iddiası da yanlış. Aslında Martens’in günümüzde büyük Alman medya kuruluşlarının Türkiye temsilcileri ve muhabirleri arasındaki Türkiye kökenlilerin oranının çok düşük olduğunu en iyi bilenlerden biri olması gerekiyordu.
Martens, eğer gerçekten önemli soruna dikkat çekmeyi hedefliyorsa, ki onun gibi bir profesyonelden sadece bu beklenebilir, bunu yanlış bir örnek üzerinden yapıyor. Zamanlaması da çok kötüydü, en azından yanlış. Elbette haksızlıkla karşı karşıya olan bir insanla, bir meslektaşıyla dayanışma içinde olmak zorunda değil. Ancak bir yandan “basın özgürlüğü” ortadan kaldırılırken, daha özenli, daha duyarlı olabilirdi. Nitekim, yazdıklarına sert tepkiler aldı. Sadece Yücel’in yakın çalışma arkadaşları değil, konuyla ilgili tüm gazeteciler bir haftadır Martens’i kınayan, ayıplayan, eleştiren yazılarıyla, bu tartışmayı fazla uzatmayıp (ya da erteleyip), dikkatlerin dağılmasını önlediler, asıl konunun gündemde kalmasını sağladılar. Hatta Marten’in çalıştığı FAZ bile Deniz Yücel’in daha önceki yazılarını yayınlayan gazeteler arasına katıldı. FAS ise eleştirilerden etkilenmemişe benziyor. Bu pazarki sayısında da Almanya’daki göçmen kökenli gazetecilerden 4’ünün yazılarıyla bu tartışmayı sürdürdü. Kuşkusuz Baha Güngör (Serbest Gazeteci, uzun yıllar DPA’nın Türkiye Temsilciliği’ni yürüttü, Deutsche Welle’nin Türkçe yayınlarının yönetti), Çiğdem Toprak (Welt), Hani Yousuf’un (Serbest Gazeteci) orada anlattıkları, Die Zeit gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Giovanni di Lorenzo’nun başına gelenler, Martens’in kısmen haklı olduğunu gösteriyor. Ama çoğunluk şu anda “gazeteciliğin suç sayılması”na karşı çıkmanın ve Deniz Yücel’e desteğin önemli olduğunun farkında ve bu tartışmanın ileride yapılması gerektiğini biliyor.
Deniz Yücel, Die Welt’in Türkiye muhabiriydi, daha önce çalıştığı gazetelerde de (Junge World, Tageszeitung-TAZ) Türkiye ve Türkler üzerine haber ve analizleriyle tanınmış, hatta Gezi Hareketi sırasında İstanbul’a giderek, orada neler olup bittiğini anlatan bir kitap da yazmıştı. “Taksim ist überall – Die Gezi-Bewegung und die Zukunft der Türkei” (Her yer Taksim – Gezi Hareketi ve Türkiye’nin Geleceği) bu konuda Almanca’da çıkan ilk kitap idi. Ancak onun gazeteciliği sadece Türkiye ve Türkler üzerine sınırlı değildi ve daha önce çalıştığı gazetelerde de bir muhabir, editör ya da köşe yazarı olarak birçok değişik konuda yazmıştı. Uzun bir süre gazetenin TAZ’in birinci sayfasını hazırlayan ekipte yer almıştı. Son zamanlarda konuşmacı olarak davet edildiği, Almanya – Türkiye ilişkilerini konu alan televizyon programları ya da panellerde, Almanya’yı yönetenlere, Federal Başbakan Merkel’e, hükümetine yönelttiği ağır eleştirileri halen hafızalarda. O iyi bir gazeteci. Öyle olduğu için de büyük bir gazete tarafından transfer edildi. Şimdiki çalıştığı gazete Merkel’i ve hükümetini destekleyen bir yayın grubuna ait. Ama Deniz Yücel’in oraya geçtikten sonra hükümete yönelik eleştirel duruşu değişmedi. En son geçen ekim ayında Frankfurt Kitap Fuarı’nda katıldığı Türkiye-Almanya ilişkilerinin ele aldığı panelde, Merkel’i yine eleştirmiş, onun örneğin Türkiye’nin AB üyeliği için savunduğu “imtiyazlı ortaklık” teziyle, Türkiye’deki gerçek demokrasi güçlerine büyük zarar verdiğini savunmuştu.
Deniz Yücel iyi bir gazeteci, arkadaşlarının eskiden ve şimdi çalıştığı gazetelerde ve sosyal medyada yayınlanan destek mesajlarına bakılırsa, çok da sevilen bir kişi…
Ama her iyi gazeteci gibi onun da sevmeyenleri var. Sadece Türkiye’de değil. Bir keresinde Almanya Cumhurbaşkanı’na saygısızlık ettiğini ileri süren bir politikacının hakaretlerine maruz kalmış, kendi gazetesinin yönetecileri bile ona sahip çıkmamışlardı (tabii aynı zamanda onu haklı bulup, ona yönelik saldırıları kınayanlar da vardı). Bir keresinde de ırkçı, Türk düşmanı tezlerinin yer aldığı kitabıyla “en çok satanlar” listesinin başına yerleşen sosyal demokrat kökenli bir bankacıya hakaret ettiği iddiasıyla mahkemelik olmuştu…
Deniz Yücel, son yıllarda Alman medyasında profesyonellikleriyle kendilerini kabul ettirmiş Türk kökenli gazetecilerin en tanınmışlarından. Birçok Alman gazetesinde son zamanlarda Türk gazetecilerin haberleri, yazıları yayınlanıyor. Bild uzun süre Ertuğrul Özkök’ün yazılarını ikinci sayfadan yayınladı. Can Dündar, Bülent Mumay, Aydın Engin, Yavuz Baydar’ın imzaları son zamanlarda FAZ, Zeit, Freitag, Süddeutsche Zeitung gibi gazetelerde imzaları görülen gazeteciler. Ancak onlar bu gazetelerin “misafir” yazarları ve yazıları Almanca’ya çevrildikten sonra yayınlanıyor. Deniz Yücel, Özlem Topçu, Canan Topçu, Çiğdem Toprak, İris Alanyalı, Birand Bingül, Zafer Şenocak gibi, Alman medyasında kadrolu ya da serbest gazeteci olarak çalışan gazetecilerin durumu başka. Çoğu Almanya’ya göçmen olarak gelmiş ailelerin çocukları, Almanya’da doğmuş, Alman okullarında, üniversitelerinde eğitim görmüş, bu ülkenin vatandaşı olan gazeteciler bunlar. Onların yer aldığı liste hiç de kısa değil ve giderek çoğalıyorlar… Tabii burada Baha Güngör, Osman Okkan, Kamil Taylan gibi ağırlıkla Almanca, ama aynı zamanda Türkçe gazetecilik yaparak, onların yolunu açan öncüleri de hatırlamakta yarar var… Ama onlar da ilk değildi. Alman gazetelerinin artık dijitalleşen arşivlerine yapılacak bir yolculukta karşınıza tanıdık isimler çıkar, örneğin Türkiye’den gönderdiği haber ve analizleriyle Altan Öymen (Zeit), kültür yazılarıyla Yüksel Pazarkaya (FAZ)…
Almanya’daki Türkiye kökenli göçmen ailelerin 3’ncü, 4’ncü kuşağından medya çalışanlarının sayısı, sektörün içinde bulunduğu büyük krize rağmen artıyor. Kökeni ne olursa olsun, sadece yeni başlayanların değil, yılların emektarlarının bile büyük zorluklarla karşı karşıya olduğu bir dönemde, onların bir de “göçmen kökenli” olma dezavantajlarına rağmen kendilerini kabul ettirmeleri büyük bir başarı. Üstelik sadece çalıştıkları kurumların yöneticilerinin, çalışma arkadaşlarının değil, bir de okurların, dinleyici ya da izleyecilerin tepkileri var. Gazetelerdeki yazılarda Türkçe imzaları gören, dinledikleri yayındaki sesin sahibinin Türk kökenli bir radyocu olduğunu farkeden, izledikleri televizyonun sunucusunun diğerlerinden biraz daha esmer olduğunu gören ırkçı, aşırı sağcı, yabancı düşmanı ya da sıradan Almanların tepkileri, saldırıları, küfürleri…
Sadece, “Bir Türk, nasıl olur da Almanca böylesine düzgün bir haberi yazabilir? Mutlaka başkalarına yazdırmış, düzelttirmiştir…” ya da “Sen kim oluyorsun da Almanya’daki sorunlar hakkında yazıyorsun. Sen önce git memleketindeki (Türkiye’deki yani) sorunları takip et” gibisinden tepkiler değil, ağır küfürler, hakaretler, tehditler….
Kamuoyu, Deniz Yücel ve arkadaşlarının, gazetecilik yaparken karşı karşıya kaldığı bu tip tepkilerin boyutlarını, onların bu tepkileri sahneye sergilemeleri üzerine farketti. Deniz Yücel, Özlem Topçu, Ebru Taşdemir, Özlem Gezer, Yassin Musharbash, Mely Kıyak, Hasnain Kazım, Doris Akrap, Muhammed Amjahid, “Hate poetry” adını verdikleri programlarıyla Almanya’nın birçok yerinde sahneye çıktılar. Kendilerine doğrudan ya da çalıştıkları yayın organlarına gönderilen ırkçı, ayrımcı, nefret mektupları, mesajları sahnede tekrarlayıp, hem bu saldırıları, yazanlarla dalga geçip bertaraf ediyor, hem de Almanya’nın ciddi bir sorununu, ırkçılığı, ayrımcılığı sergiliyorlardı… Kötülüklerle mücadele için çok çarpıcı bir yol bulmuşlardı… Çok güzel mücadele ediyorlardı… Şimdi kötü bir şaka gibi geliyor, ama bir ara bazı Türk gazetecilerin ağır saldırılarına da hedef olmuşlardı. Umarız, Deniz Yücel en kısa zamanda özgürlüğüne ve arkadaşlarına kavuşur, mücadelelerini sürdürürler… Önümüzdeki dönemde Almanya bu programlara daha da ihtiyaç duyacak.
Deniz Yücel, doğduğu ülke Almanya’dan hakettiği desteği alıyor. Umarız bu sonuç verir… Bu arada isimleri pek dile getirilmiyor ama, bu destek ve dayanışmanın onunla aynı suçlamalara hedef olan diğer gazetecilere, Mahir Kanat, Tunca Öğreten ve Ömer Çelik’e de faydası olur. Türkiye hapishanelerindeki diğer gazeteci ve yazarlara da. Tutuksuz olarak yargılansalar da haklarında ağır hapis cezası istenen diğer gazetecilere de.
“Gazetecilik suç değildir” diyerek mücadele edenlere de… (26 Şubat 2017)