5.4 C
Almanya
Pazar, Kasım 17, 2024

Börek yoksa, ölürsün!

Arzu Dinçer

“Eğer bir Müslüman kadın börek yapmasını bilmiyorsa o aileye dağılmaya mahkumdur” demiş bir kadın. Yani bir kadın kendi el marifetinin aileyi aile yaptığına inanmış ve bunu paylaşmış bir sosyal sitede.

Aileyi bağlayan şey saygı, sevgi, aşk ve paylaşımlar değil miydi? Biri eksilirse o aile eğreti yapı gibi yıkılıverir miydi? Hele ki yedi ağzı gördü çıkarttı başka yeri denilecek bir yiyecek buna sebep olabilir miydi?

İyi de bizim ülkemizde tüm ünlü aşçılar, fırında çalışanlar neredeyse erkeklerden oluşuyor. Acaba cümlenin içinde yer alan “Kadın” kelimesi yanlışlıkla mı söylenmişti! İnsanın bunu bilmiyor olması için evden çıkmamış olması gerekir diyeceğim maşallah televizyon kanallarında boy gösteren yemek programları da “Erkekler”in elinde. Artı yemek yemek cinsiyetsiz bir ihtiyaç değil mi? Yani her canlı bir şekilde hayatta kalmak için yemek yer. Börek ya da ot ne farkeder. Ama tutup da böyle bir cümle sarfedilmiş ve tüm ülke bu cümleyi konuşuyor, espriler üreterek hiciv sanatını kullanıyorsa farkeder.

Bu bir kabulleniş cümlesi olması daha da vahim. Efendim naçizane bir hikaye kitabı oluşturdum ve Nisan ayında da okuyucularıyla buluştu bu kitap. Öldürülen kadınların ağzından ölüm anında kısa bir film şeridi geçseydi neler yer alırdı sorusundan yola çıkılarak empati ile yoğrulmuş hikayeler var kitapta.

Şimdi böylesine “Eğer bir Müslüman kadın börek yapmasını bilmiyorsa o aileye dağılmaya mahkumdur” cümlesi ortalığı kasıp kavuruyorken yarın bir gün börek yapmıyordu öldürdüm cümlesini duymaya da mahkum olacakmışız gibi içim cız etti. Zira yazdığım hikayelerde öylesine iç burkan mazeretler vardı ki, olamaz mı? olabilir.

Kitaptan bir alıntı yapacağım sizlere dostlar 27nci öyküyü(*):

#27V

Arzu Dinçer

Ve Ayşe

Hani bir şarkı vardı “Güneşte demlerim senin çayını” oldu demledik çayı. Demledik de biraz geç kaldık diye şakağımıza yedik kurşunu. Valla yapacağını sanmamıştım. “Öldürürüm seni” dediğinde “öldür” deyiverdim. Ve işte tüfekle demlenmiş taze kanlı çay. Hala ne olduğunu tam anlamadım, tek bildiğim sanırım yaşasaydım da bir daha çay içemezdim.

Bir arkadaşım anlatmıştı. Bir çift boşanıyormuş kadının anası başlamış hâkime “Hâkim bey benim kızım hem doktorasını yaptı hem de dokuz aylık hamileyken kocasının çayını, meyve tabağını hep ayağına getirdi” diye anlatmaya. Hâkim bakmış bakmış kadına; “Be kadın, silah mı dayamış kocası şakağına, yapmasaymış senin kızında” diye.

Yani yapsan adalet adam yerine koymuyor, yapmasan kocan. Üç yıl boyunca yemek geç kaldı dayak, çorba sıcak dayak. İnsansın öyle taş gibi durmuyorsun ama güç bitiveriyor can acısından.

Bir günden bir güne de ellerine sağlık güzeller güzelim karıcım deseydi ya. Vurmak konuşmaktan daha zor değil miydi? Hiç mi anası babası öğretmemişti bu adama tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır diye.

İnsan insanı sever insan insanı dövmez. İnsan aslında hiçbir şeyi dövmez. O zaman sokakta kavga eden köpeklerden ne farkımız kalırdı ki! Kaldı ki onlar ya tehlike hissettiklerinde ya da aç kaldıklarında saldırganlaşıyorlar. Kuyruklarına basılmadıkça o kuyruk bile hep bacaklarının arasında. Hele ki kendilerini besleyen koruyana karşı. Hayvanca hayvan nasıl saygı gösterir. Sevimli sevimli yanaşır.

Şirinlikler yapar daha çok sevsin sevsin ki daha iyi beslesin diye. Bir de üstelik ehlileştirirsiniz yapılması gerekeni öğretirsiniz. O da buna hep uyar.

Çocukken televizyonda sirk olurdu. Orada aslanlar bile bildiğin kedi gibi eğitilmiş oraya git, yat, kalk, takla al bir sürü şey öğrenmiş de gösterirdi krallığına bok sürmeden.

Ali hiç mi nasip almamıştı eğitim denilen rahmet dolu yağmurdan.

Hele ki Cumaları namaza gitmesi yok mu ikiyüzlülüğü kimeyse artık. Sen ki can acıtan hangi yüz ile Allah için yüzünü secdeye sürüyorsun.

Oysaki Hz. Muhammet (s.a.v.) eşlerini döven bazı kişilere karşı Medine’de minberine çıkmış ve buyurmuş ki “Sizden bir kısmınız eşlerinizi gündüz dövüyor ve gecede aynı yatağı paylaşıyorsunuz. Bundan utanmıyor musunuz?”

Utanması olmayanın inancı gerçekten var sayılabilir mi acaba? Benimle iki çift etmeyen Ali’nin her gün gittiği sohbetlerde bunlar hiç mi konuşulmaz. Ama yok konuşulsaydı hayvanların eğitilmesi konusunda ki gibi bir nebze de olsa sebeplenebilir ve bu aşağılayan tutumuna sırf korkusundan, utancından son verirdi.

Her dayak günü onur duvarlarınızdan bir tuğla eksilir. Ayaklarınızın altında ki cennet kayar ve cehennem ateşine odun olması gereken biri yerine siz düşersiniz insanlığınızı yakarak o ateşe.

Bir bardak çay dediğin içinde yaprak olan sıcak su. Bir bardak su toprağa döksen can verir. Yaprak oksijen verir can verir. Güneş ısıtır yer küreye can verir. Nasıl oluyor da üç bileşen benim canımın alınmasına sebebiyet vermiş olabilirdi ki!

İkiyüzlü dünya sadece Ali’den ibaret değildi elbet. Canının acısı kırılan dökülene karışır senfonik bir şarkı gibi çoğalır seslerin çeşidi. Camları, duvarları aşar dışarıda üç maymun sürüsü vardır. Duymaz, görmez, konuşmaz o an. Ertesi sabaha senfoniden değil de seyirlik oyun görmek isteyenler kapıyı çalar utanmadan şeker, un isteme bahanesiyle.

Ey Allah’ım sen kadınları kefenleriyle mi dünyaya getirirsin. Hep bir duvak! ana karnında elleriyle, regli olduklarında petleriyle, gelin olduklarında gelinlikleriyle, öldüklerinde… Bak şimdi Ali, bir gün sen de giyeceksin o duvağı burada bir olduk seninle. Ana rahmine düşmek, doğmak ve ölmek gibi.

Ne diyordu o şarkıda   “ben feleğin şu çarkına çomak sokarım” 

Ve Ali

Tüm ailelerde olduğu gibi sıradandı hayatımız. Sabah kalkar önüme konan kahvaltıyı yapar çıkardım evden. Akşam oldu mu da geri gelir yemek yer yatsı namazını da kılar yatardım.

Parasızlık zamanlarında biraz gergin olurdum. Kolay değil evdeki kaşık düşmanı eksikleri sıraladığında param yok demek.

Ayşe kendi halinde bir kadındı bilge miydi aptal mıydı hiç konuşmadım öyle derin derin. Derin sohbetler hoca efendinin çevresinde olurdu. Namazında niyazında insan için kadınla sohbet etmek şeytanı başına toplamak kadar boştu.

Hoca efendi karılarınızı hoş tutun diye konuşurdu arada. Ben de onu hoş tutuyordum. Çatısı olan bir evde koca bir günü dilediği gibi yaşam sundum ona. Şikâyeti olana kapı orada diyecek adamda değildim.

Benim beklediğim yemeğim yapılmış olsun, önüme konsun, kaldırılsın, ev temizlensin, camiye giderken giydiklerim ütülü olsun. Kadın erkek olmanın gerekliliği yerine getirilsin yeterdi.

Bunları zaten tüm kadınlar yapıyordu. Ha biraz huysuz olabilirim yukarıda Allah var ya, ama işte çöpsüz üzüm olmuyor neylersiniz.

Ayşe de iki sopa yedi diye feryat figan bağırıp beni kışkırtmasaydı. Altı üstü bir çay yahu ne kadar zamanını alır ki insanın bir getirivermedi canına kibrit suyu döktüğüm.

Nereden bileyim intihar edeceğini? Günahların en büyüğüne girdi kendini öldürerek.

Siz bakmayın öyle Ayşe’nin elinde barut izi yokmuş da, insan koca tüfeği şakağına nasıl dayarmış da dendiğine.

Günahkâra rahmet okunmaz ama ben iyi ve inançlı bir adamım yine de Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Börek güzel bir yiyecektir. Ama yoksunluğu aile denilen koca bir çınarı deviremez. Ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması için imbik yerleştirmeliyiz beynimize. Zira eğitim yoksunluğu kadar insan yoksunluğu da çekiyoruz hayata karşı. Cinsiyet ayrımcılığı ve rolleri yaşamımızı kısıtlar ve yoksullaştırır. #KadınCinayetlerinin kol gezdiği bir coğrafya da tüm söylemlerimize daha da dikkat etmek durumundayız ki, hele Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı konumunda milleti temsilen oturuyorsak.

Sevgilerimle,

Arzu Dinçer

*Ali Ayşe’yi Sev(me), Arzu Dinçer, Sy:136-140

 

Son Haberler

İlgili Haberler