Geçen hafta yazar arkadaşımla yaptığım bir söyleşide bana “tutsakların anıları yazıldı fakat tutsak yakınlarının anıları hiç yazılmadı. Oysa dışarıdakiler ve içeridekiler kadar acı çektiler” demişti. Haklıydı ve yazılması gerekiyordu.
Bizim kuşağımız çocuklarını, cezaevi kapılarının önlerinde bekleterek büyüttüler. Çünkü görüş günlerinde çocuklarını bırakabilecekleri bir yer yoktu. Ayrıca çocuklar babalarını görmek istiyorlardı.
Çocuklara sürekli yalan söylemekten bunalmışlardı anneler. Bir yalan beraberinde yüz belki de bin yalanı getiriyordu. Tıpkı ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibiydi. Yalan makinesine dönmüştük.
Çocuk sorar “anne babam nerede, neden bizimle yaşamıyor?”
Anne yanıt verir “baban uzak bir ülkede iş buldu, çalışıp bize para gönderiyor”
Çocuk beklemeye başlar, babasının ne iş yaptığını, ne zaman geleceğini v.s. v.s. aylar geçer, yıllar geçer baba gelmez. Baba kendisini sevmekten vaz mı geçmişti?
Çocuk ya da çocuklar biraz büyüyünce cezaevinde babalarını görebilsin ister anne… Çocuğunu giydirir ve ne yapması gerektiğini bir bir söyler. Baba gülücük dolu bir yüz ifadesiyle karşılanacak. Babaya fazla sorular sorulmayacak, evdeki parasal sıkıntılar asla yansıtılmayacak, ne zaman geleceği konusu hiç açılmayacak, yalvaran gözlerle bakılmayacak, hiçbir konuda ısrar edilmeyecek ve kesinlikle babanın karşısında ağlanmayacak(tı.)
Her görüş gününde en az 2.30 saat beklettikten sonra bize tanınan 5 dakikalık görüş zamanımız dolduğunda kabininden ayrılırken çocuklarımız demir parmaklıklara adeta tutkal gibi yapışır, ayrılmak istemezlerdi. Çocuklarımız “ben babamı burada bırakamam, babamı almadan gitmem” diyerek bağırır, çağırır ve duvarları tekmelerlerdi. Hele aylarca bekleyerek açık görüş gününe denk geldiğimizde çocukları babalarından kopartmak ve o anlarda ağlamamak olası değildi.
Şimdi geçmişe baktığımda en çok anımsadığım olay ise tutsak yakınlarının bakışarak sessizce anlaşmalarıydı. Birbirleriyle dayanışmaları olmasaydı asla ayakta kalamayacaklarının bilincindeydiler. Her birimizin hem aynı hem benzer hem de farklı farklı öyküleri vardı.
İçeridekiler görüş kabinine geldiklerinde kollarında ve yüzünde yara, bere ve morluklar varsa ziyaretçiler asla bunların nedenini sormayacaktı. Esasen hiçbir tutuklu gerçeği söyle(ye)meyeceği için soru sormanın anlamı yoktu.
Görüşme anında olumsuz bir diyalog yaşanırsa bunu cezası tutsaklara kesilecekti. Ancak cezaevinde bir arbede yaşanırsa tutsak yakınlarına şiddet uygulanması çok sıradan bir olaydı. Coplanma ve tazyikli su sıkılması çok da abartılacak bir durum değildi. İçeridekiler çok daha kötüsünü yaşamıyorlar mıydı?
Bizler hangi tutsağın ne yemekleri sevdiğini bilirdik. O nedenle görüş günlerinde bazı yemeklerden çok fazla götürmeye çalışırdık. Bazı yemekler denetime takılırdı. Gerisin geriye götürmek zorunda kalmamız son derece canımızı yakıyordu.
Yasaklar… Yasaklar… Yasaklar…
İçeriden haber almamız çok zordu. Ne olup bittiğini bilmemiz olanaksızdı. Cezaevi kapılarındaki önlemlerden, gardiyanların ve diğer görevlilerin tutumlarından çıkarsamalar yapardık. Sıkı disiplin uygularlarsa içeride isyan ateşinin yandığının bir göstergesiydi. Demek ki bizimkiler direniyorlardı.
Umut… Umutsuz yaşanır mıydı? Her şeye rağmen yaşam akıp gidiyordu ve bizler geri dönülmez bir biçimde hızlıca yorulduğumuzu, yaşlandığımızı hissediyorduk.
Tutsak yakınları için yaşam artık hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Zamanımızı görüş günlerine endekslerdik. İşyerinde en acil gereksinmelerimizde bile izin kullanmamaya çalışırken her hafta mutlaka görüş gününe iznimizi denk getirirdik. İzin hakkımız yoksa hasta kâğıdı çıkartarak kendimizi hastanede gösterirdik. Yakınımız başka bir cezaevine dağıtımla gönderilirse bu durum bizi sıkıntıya sokacaktı. Başka bir şehre gitmek hem zaman hem de ekonomik açıdan belimizi bükecekti. Esasen belimiz hiçbir zaman düzelmezdi ki…
Saatler öncesinde cezaevinin kapısında yer alırdık. Bizi bekletmeden içeriye almazlardı. Yaz’ın aşırı sıcak, bunaltıcı, Kış’ın soğuk günlerinde cezaevi kapılarda soğuktan donmaya ramak kalıncaya dek bekletilmekten perperişan olurduk. Kar, yağmur yağar sığınabilecek bir dam bulamazdık. Islanır ve giysilerimiz üstümüzde kururdu. Bekletilmekten kaynaklı itiraz ettiğimizde ya bizi coplarlar ya da çoğu zaman tazyikli soğuk su sıkarlar ve biz ısınmak için birbirlerimize sarılarak geçiştirirdik.
Bazı günler “içerde isyan çıktı” diyerek uyduruk nedenlerle görüştürmezlerdi. Yakınımızla görüşemeden eve dönmek bize ölüm gibi gelirdi. Bazı günler evlerimize dönmek istemez, yakınlarımızla görüşebilmek için toplu halde direnirdik. O durumda bizi coplarlar, tazyikli su sıkarlardı. Biz hiç yılmazdık. Dimdik dururduk karşılarında. Bu hafta görüşemezsek öbür hafta mutlaka görüşecektik. Yeter ki tutsaklarımıza bir şey olmasın düşüncesi ağır basardı.
Tutsak yakınları olarak biz kendi aramızda anlaşmıştık. Cezaevinin kapısından içeriye girdiğimde yakınlarımıza asla dışarıda bize yaşatılanları belli etmeyecektik. Görüş kabinine girdiğimizde yüzümüze bir tebessüm kondurur ve önceden tasarladığımız konuşma metnine uygun olarak söyleyeceklerimizi söylerdik.
Tutsak yakınlarından kimse ama hiç kimse Ana Dili’nde konuşamazdı. Resmi dilden konuşulacaktı. Eğer ki; resmi dilden konuşamayan bir tutsak yakını kendi dilinden konuşursa tutsaklar yakınlarının gözü önünde dipçiklenirler dayak yerlerdi. Bu dayaktan tutsak yakınları da kurtulamazdı.
5 dakika görebilmek için günlerce bekler, o gün geldiğinde özellikle saatlerce bekletilerek 5 dakikaya neleri sığdıracağımızın hesabını yaparken içimiz yanardı. Yaşamımız boyunca kimsenin seslerini yükseltmediğini bilirdik de o kapılarda aşağılanmanın, azarlanmanın dayanılmaz ağırlığını nasıl kaldırırdık hala anlamakta güçlük çekmekteyim.
Bizler çocuklarımızı cezaevi yollarında ve kapılarında büyüttük. Üçer beşer lirayı biriktirdiğimizde Psikiyatrist ve Psikologların önüne yem olarak atıldık. Bizi kendilerine abone ettiler ve en az 4 yıl süren tedavi programları uygulayarak bizleri hem sürüm sürüm süründürdüler hem de iliklerimize kadar sömürdüler.
Dostumuzu düşmanımızı böyle dar ve zor günlerde tanımış olduk. Kimseler görmesin diye yaramızı derinlere gömdük. Ölmedikten sonra her şey normal dedik. Umutsuzluktan umut yarattık.
Biz dışarıdayken içerdekilerin direncine direnç kattık, umut verdik, moral olduk ama yaptıklarımızdan dolayı asla pişman olmadık.
Umuda selam durduk.
Züleyha Akın / 4 Ekim 2021