İlkokulu Hatay Altınkaya (eski ismi Paslika, Baslica) köyünde bitirdim. Dedem köyün ağasıydı. Amik Ovasında uçsuz bucaksız sulak tarlalarımız vardı. Neredeyse köyün tamamı bizim mülkiyetimizdeydi. Babam 82 yaşında ölünceye kadar hiç çalışmadan yaşamıştı.
Yaz tatilinde ilkokul öğretmenimin çabasıyla öğretmen okulu sınavına hiç hazırlanmaksızın girdim. Aslında ben orta okula gitmek niyetindeydim. O yıl Mersin Öğretmen Okulu sınavını kazananların listesinde ilk üçe girmiştim. Babamın zoruyla sırt çantasını alarak tek başıma Mersin’e doğru yol aldım.
Okul, o günkü koşullarda deniz sahilinde devasa bir binaydı. Kaydımı yaptırırken oradan geçen bir öğretmeni kimsesiz olduğuma ikna ederek velim olmasını sağlamıştım.
İlk gün akşam yemeğini yemekhanede yedikten sonra yatakhaneye çekilmiştik. Yeni gelen her öğrenci bir üst sınıfa giden abilere zimmetlenirdi. Benden sorumlu olan abi o gece bana gözdağı vermek için bana meydan dayağı atacaktı. Ben de okuldan kaçıp Ege bölgesinde bir kasabada yaşayacak Antakya’ya dönmeyecektim. Ağır abi benim üstüme yürüyerek adeta kükredi. “Sen Hataydan geliyorsun, Fellah mısın lan!” Ben de sakin bir şekilde “Fellah’ım, ne olacak?” diye yanıt verdim. Birden yüzünün ifadesi değişti. Arkama bakınca Felsefe öğretmenimin insana güven veren yüzünü gördüm. Beni dayak yemekten kurtarmıştı.
Sonraki günlerde öğretmenimle daha çok zaman geçirmeye başladım. Benim kitap okumayı sevdiğimi biliyordu. Derslere çalışmazdım Zira ders dinlemek bana yetiyordu. Akşam saatleri Dünya Klasiklerinden kitap okumakla geçiyordu.
Aylar böyle geçti. Okulun en başarılı öğrencilerindendim. Derken 12 Mart’ın ilk haftası bir sabah okulumuza bir başçavuş emrinde erler gelip geniş çaplı arama yaptılar. Felsefe öğretmenimi gözümüzün önünde hırpalayarak yaka paça götürdüler. Bir saat sonra yeniden gelerek 11 öğrenciyi aldılar.
Bizi, paçavraya çevirecek şekilde döverek karanlık, gurbet kokulu depo gibi bir yere attılar. Siyah bir bez parçasıyla gözlerimizi bağladılar. Soğuktan mi, korkudan midir bilmem hepimiz titriyorduk. Birbirimizle konuşmamız yasaktı.
Biraz sonra izbandut gibi bir herif benim yanıma gelerek göz bağımı çözdü ve ite kalka sorgu odasına götürdü. Karanlık bir odaydı. Kırık bir iskemleye oturttular. Gözümü karanlığa alıştırarak etrafıma baktığımda kafama jopu yemiştim. Ayak ucumda bir çuval vardı. Kanlı bir çuvaldı. İçinden bir inilti duydum. Boğuk bir sesti. Bu işkenceden çıkmış biriydi. Eğildim sadece gözlerini tanıdım. Benim Felsefe öğretmenimdi.
Amaçları bizi yüzleştirmek ve benim öğretmenimi suçladığım takdirde bu cehennemden kurtulacağıma inandırmaktı.
Önce ikna turları başladı, arkasından tehditler, küfürler ve daha sonra falaka, tazyikli su, elektrik ve Filistin askısı… Sonuçta acıdan bayılmışım.
Ayıldığımda daracık bir hücredeydim. Soğuktu. Susamış ve acıkmıştım. Ne kadar zaman geçtiğini anımsamıyorum. İzbandut gardiyan hücre kapısını açarak içeri girdiğinde titremem başlamıştı. Beni kucaklayarak kaldırdı ve ilk getirildiğimiz depoya, arkadaşlarımın yanına yere çakılacakmışım gibi yüksekten attı. Kemiklerimin sesini duydum. Gözümü bağlayarak gitti.
Arkadaşlarımla fısıldaşmaya başlayınca gerçeği anlamıştım. Onlar öğretmenimizi suçlamışlar, kendilerine verilen metni imzalamışlardı. Fakat yine de bırakılmamışlardı. Anlaşılan verilen vaadler tutulmuyordu.
O günün akşamı iyice acıkmıştık. Kapıyı tekmeleyerek bağırmaya başladık. Gardiyan gelince biz de acıktığımızı söyledik. Bize “sökülün bakalım paraları” deyince cebimizden simit alabilecek paraları vermek istedik. Simit 10 kuruştu. Ben 10 tane simit parası verdim. Adam bizim tüm paralarımızı toplayıp gitti. Bir süre sonra adam başı bir simitle geldi. Paralarımızı cebine indirmişti. İtiraz ettik fakat nafile… Çaresiz lastik gibi sert simiti suyla ıslatarak yedik.
O günden sonra bize işkence yapmadılar. Zaman olayını unutmuştuk. Açlığımız dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Gardiyanı çağırdık. Uzun bir süre sonra izbandut geldiğinde çok acıktığımızı söyledik. Gardiyan bize bağırdı.
“Ne çabuk acıktınız, daha 2 gün önce araba tekeri gibi kocaman simit yemediniz mi?…”
2 gün önce… Araba tekeri kadar büyük simit yemiştik.
Not: Ben bu anı öykümü 2018- Şubat ayında bedenen aramızdan ayrılan bir arkadaşımızın anlatımından yola çıkarak yazdım. Arkadaşımın anısının devamında şöyle bir konuşma geçer. Çocuklar simit yemek konusunda ısrarcı olurlar. Gardiyan efendi kabul etmez. Çocuklardan biri şöyle bağırır. “Sen şimdi bizi aç bırakıyorsun. Yarın olur da bizim insanlarımız iktidara gelirlerse bizim yerimizde bizi aç bırakmanı emredenler olacaktır. Onları aç bırakmayı gözün yiyecek mi?” Gardiyan gayet pişkin bir ifadeyle yanıt verir. “Emir demiri keser. Onlara da simit almam.”
Züleyha Akın – 12 Mart 2018