Göz kapakları gittikçe ağırlaşmış olmalı ki yavaş yavaş kapanmış, oturduğu yerde yarı uyuklar yarı dua eder gibi, dudakları kıpır kıpır kıpırdıyordu. Odaya giren olduğunu hissedince aynı hızla açılan gözleriyle gelen adamı şöyle bir süzmüş, tanımamıştı.
“Kimsin oğlum sen?”
“Benim Salih amca Mehmet, tanımadın mı?”
Cevap bile vermeden göz kapakları yine ağır ağır kapanışa geçmişti…
Salih, çok değil sadece üç yıl önce; tapularını istifliyor, tavuk çiftliklerini geziyor, banka hesaplarını her gün kontrol etmezse uykuları kaçıyor, kendisine çalışan iki emlakçıyla kelepir taşınmaz peşinde koşuyordu. Kurduğu kümes imparatorluğu ile gurur duyup, mal varlığını herkesin gözüne sokmaktan da zevk alıyordu.
Kimi zaman bir kümesin yerini, kimi zaman çalışanların adını, kimi zaman da oturduğu sokağı unutmaya başladığında, dert etmeyip yaşlılığa verse de sorun tahmininden daha büyüktü. Nöropsikolojik değerlendirmeler ve tıbbi bir sürü testten sonra beyin hücrelerinin hızla öldüğü anlaşılmıştı. Altmış beş yaş üstü yüz kişiden sekizinde bulunan ve Alman doktor Alois Alzheimer’ın adıyla anılan hastalık, üç yıl sonunda onu bir koltuk ve bir yataktan ibaret odaya hapsetmişti… Mehmet adamın halini gördüğünde, dudağının kıyısına gelip yerleşen acı bir gülümseme ile geçmişe gitti.
Yaklaşık beş yıl önce, büyük bir şehrin sanayi mahallesinde kırk altı saattir direksiyon salladığı kamyonunu yıkamış, arabayı depo sorumlusuna teslim edip evine gelmişti. Büyük bir tavuk firmasında şoför olarak çalışıyor, soğutuculu kamyonuyla yurdun dört bir yanına sevkiyat yapıyordu. Bazen üç bazen dört gün evden uzak kalıyor, arabada uyuduğu bir kaç saat dışında dinlenemiyordu. Mehmet yoruluyordu yorulmasına da işinden de patronundan da memnundu. Tek sorun; Salih nereye giderse gitsin, Mehmet şehirdeyse mutlaka onu çağırır, gideceği yere onunla giderdi. Çalışanı yoldan gelmiş, yorgunmuş, özel işi varmış… Hiç bir zaman umursamazdı.
Mehmet koltuğa uzandığında ‘Televizyonu izlerken uyurum.’ diye hayal kurarken telefon çalmıştı. ‘Bugün artık aramaz.’ diye umutlansa da arayan kişi sürpriz değildi…
“Hadi oğlum, çık gel beni fazla bekletme, hızlıca şu kümesleri gezelim.”
İşiyle ilgili ilk sıkıntı o gün çıkmıştı. Bunca yol yaptıktan sonra tekrar evden çıkıp, kümes kümes dolaşmak yorgun bedenine gerçekten ağır gelmişti. Sadece kümes gezseler yine ses çıkartmayacaktı ama aynı gün kelepir arazi avına çıktıklarında kendine hakim olamadı:
“Salih amca ben yorgunum. Benden başka şoförün yok mu? Başka arkadaşlarla gitsene gideceğin yere, ben üç kişilik iş yapmaktan artık bıktım.”
“Çalışacaksın oğlum, yok öyle kaytarmak. Bu kümesleri, bu arazileri çalışmadan mı yaptım ben? Bak bu araziyi elli bine düşürdüm, seneye beş yüz bine satmazsam namertim!”
“Bana ne senin malından mülkünden Salih amca. Ne almaktan bıktın, ne de satmaktan. Çoluk çocuğun da yok, bunca malı mezara mı götüreceksin? Sen malına mal katarken, biz sayende yorgunluktan sürüne sürüne ölüp gideceğiz.”
Dinlenememenin yarattığı stres ve bir anlık kızgınlığın sonucunda Mehmet sınırı aşmıştı. Salih sesini hiç çıkartmamış, onu da bir daha yanına hiç çağırmamıştı. Üç ay sonra yeni yıl zammında, hakettiğini düşündüğü maaşı göremeyince, Mehmet tüm köprüleri yıkıp işten ayrılmıştı.
Aradan geçen beş yılın ardından Salih onu evine çağırıyordu. Hasta olduğunu duymuştu ama kendisini niye çağırdığını anlamamıştı. Onca yıl ekmeğini yediği adamı kırmamak ve “geçmiş olsun” diyebilmek için gelmişti gelmesine de adam onu tanımamıştı.
Beş dakika geçmeden Salih’in gözleri yine açılmış, ona bakarak tekrar sormuştu:
“Kimsin oğlum sen?”
Salih’in karısı eşine laf anlatmaya çalışsa da o karısına da tanımayan gözlerle bakıyor, yine gözlerinin perdelerini usul usul kapatıyordu. Kadın Mehmet’e dönüp:
“Çok bunadı yavrum, çok. Alzaymır oldu. Kimseyi tanımıyor, bir sorduğunu bir daha soruyor, yemek yediğini bile unutup ‘açım’ diye bağırıyor. Bir haftadır ne hikmetse seni doladı diline, ‘İlla gelsin göreceğim onu.’ diye tutturdu. Sen gidince yine seni diline dolayacak ama elden bir şey gelmiyor. Bazen çok yıllar öncesinden bir şeyleri hatırlayıp anlatıyor, seviniyorum. Sonra yine eski haline dönüyor.”
“Bir anlık hatırlamayla çağırdı beni galiba ama olsun, gelip gördüğüme de sevindim. Tekrar geçmiş olsun. Ben artık gideyim.” dediğinde Salih’in gözleri yine açılmaya başladı. Mehmet’i uzun uzun süzüp:
“Kimsin oğlum sen?” diye son kez tekrarladığında Mehmet hızla evden çıkmıştı.
Gözüyle de şahit olduğu dram onu gerçekten etkilemişti. Biraz üzüntü biraz da geçmişten gelen kızgınlıkla:
“Kendisini bile tanımayan imparator.” diye
söylendi…
Bu imparatorluk öyküsü tamamen gerçeklerle örülü bir anlatı da olabilir, düş dünyamda kurguladığım bir öykü de… Kim bilir?
Öyküdeki Salih gerçekten hastadır ve gelip giden hafızası anlaşılabilir. Ya içinde bulunduğumuz bu vahim durumu nasıl değerlendirmeliyiz? Toplumsal alzaymır, son günlerin moda deyimiyle “müsilaj” gibi dört bir yanımızı sarıyor…
Yalana, talana, hırsızlığa, adaletsizliğe, eziyet ve şiddete göz perdelerini yavaş yavaş kapatan… Nerede bir haksızlık duysa, duyar duymaz unutan insanların koma hali derinleşiyor.
Sadece kendi ikbalini düşünerek; insanı, toplumu, ülkeyi, tüm ortak değerleri bozuk para gibi harcayan zümreleri cansiperane savunan birileri, çıkarını ve değişen dengeleri koruma dürtüsüyle dün taptıklarına bugün “Kimsin oğlum sen?” diyebiliyor. Bu vahim “müsilaj” köpük köpük büyüyerek bir ülkenin burun deliklerinden hızla içeri akıyor. Yaşamsal organlarından adaletin boğulmasına seyirci kalan ve can çekişen ülkenin ölümü de artık an meselesi…
Bilinçli olarak alzaymır numarası yapanlara acil şifalar dilerken, her türlü müsilajdan arıncağımız bir hafta diliyorum.
Kenan Çığır
14.06.2021