Öğretmenler Mahallesi’ndeki evin içi sabah sabah serinceydi. Sobayı bir saat önce tutuşturduysa da, soğuk anca kırılıyordu. Kahvaltıyı da hazır etmişti ama beyzade hala yataktaydı. Bu çocuk ne yatmayı biliyordu, ne de kalkmayı! Yine de, Aysel oğlunun üstüne gitmiyordu. Burhaniye’ye yakın ve daha az masraf çıkar diye şehrinin üniversitesine gitmiş, Balıkesir Üniversitesi Matematik Öğretmenliği bölümünü bitirmişti. Dört yıldır gerçek bir işi yoktu, atanamamıştı. Mesleğini yapamamak gururuna dokunsa da onu esas kahreden şey, sürekli bir işte çalışıp para kazanamamaktı. Kafede çalışmış, karın tokluğuna plajlarda şezlong ve şemsiye vermiş, özel matematik dersi vermeye kalkmış… öğrenci bulamamıştı. İçinden söylediğini sandığı cümleyi Mehmet’te duymuştu:
“Bugünler de geçecek elbet!”
“Hangi günler anne?”
“Kendi kendime söyleniyordum, duydun mu sen? Hadi sofraya, yok bir şey.”
Aysel, kahvaltıdan sonra telefonunu şarja takmış, sesinin açık olup olmadığını kontrol etmiş, telefona yakın koltuğa oturmuş, müjdeli haber bugün ya da yarın… her an gelecekmiş gibi yüzünde belli belirsiz gülümsemeyle örgü örüyordu.
“Üç ay oldu anne, hala bu sütannenin torunundan umudunu kesmedin ya, pes! Adam genel müdür! Sana: ‘He he oğlunu işe alırız inşallah’ dedi, sen de inandın. Unutmuştur bile! Boya fabrikasında bir öğretmeni ne yapsın? İstanbul’dan, Kocaeli’den bir sürü müracaat vardır. Hem de daha büyük üniversitelerin dil bilen, tecrübeli, daha büyük torpilli mühendisleri dururken beni mi işe alacak? Neden girsin adam böyle bir riske?”
Aysel hiç cevap vermedi oğluna; kalktı, masanın üstündeki vazoyu alıp suyunu değiştirdi. Tekrar odaya girdiğinde Mehmet konuşmaya devam ediyordu:
“Sürekli o vazonun suyunu değiştiriyorsun da… Babam öldüğünden beri eve giren tek para onun emekli maaşı, bu çiçekten hayır gelmez. Bırak şu batıl inanç geyiklerini anne. Para çiçeği de nedir ya?”
“Oğlum evin bereketini arttırır. Uğur getirir, para getirir O! Karışma bakayım sen.”
“Anladım, aslında fena fikir değil. O zaman biz bu çiçeği saksıya ekelim, ağaç olsun. Biz de dallarından öbek öbek paraları toplayalım. Ne ala memleket! Gerçi benim öğretmen olarak atanmamdan daha yakın ihtimal ama neyse… Gönlün nasıl huzur buluyorsa öyle yap anam.”
Aradan bir hafta daha geçmişti. Aysel her zamanki gibi telefonunun şarjını ve sesini kontrol ederken telefon birden çalmaya başlamış, ekranda “Kamil Müdür” yazısını görünce heyecandan telefonu yere düşürmüştü. Bereket telefona bir şey olmamış, çalmaya devam ediyordu. Kendini can havliyle yere atmış, çekyatın altına kaçan telefonu bulup, yerde bağdaş kurarak tuşa dokunmuştu. Selam, kelam da dahil on beş dakika kadar konuşsalar da Aysel’ in tek hatırladığı:
“Planlama bölümünde bir işi anca ayarlıyabildim, oğlun bana emanet. Gönder Mehmet’i gelsin Aysel ablacığım.”
Kamil, bir tanıdığın işsiz oğluna yardım ettiğine sevinse de, bir çok nitelikli insan içinden Mehmet’i seçmesinin gerçeğinin altında, kendine sorduğu onlarca soru vardı: O seçmese, kim onu işe alacaktı? Kim ona bir şans verecekti? Her sene atanamamanın üzüntüsüyle biraz daha yaşamdan kopmayacak mıydı? Kağıt ve hurda toplayıcılığı, pazarcılık, taksi şoförlüğü gibi işler yaptıktan sonra bunalıma giren, hatta intihar eden öğretmenlerden birisi de Mehmet mi olacaktı?
Mehmet ise yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Sürekli bir işi olacaktı… Geleceğe dair umudu, planları, hedefleri olacaktı. Çevresindeki ister okusun isterse okumasın, dört gençten biri işsizdi. O kendini çok şanslı buluyordu. Bakanlıklarda milyonlarca insan atama bekliyordu. Öğretmenler, sağlıkçılar, mühendisler… Avukatlardan tut, tapu kadastroculara kadar bir çok meslek gurubu artık kendi işini yapamıyordu. Varsın o da yapmasındı!
Dilovası’ndaki fabrikada büyük bir sevinçle işe başlamış, işine yakın bir yerde gecekondu bozması bir ev kiralamış, bir öğretmen olarak planlamanın tozunu attırmaya ant içmişti. Kamil abisi ve annesine kesinlikle mahçup olamazdı!
Son aylarda yapılan araştırmaya göre: “Dünyada kanserden ölümlerin tüm ölümlere oranı yüzde 12,5, Türkiye’de yüzde 12,9 iken… Dilovası’nda ise yüzde 33,7” olduğunu biliyordu Mehmet… Orada yaşayanların zehir soluduklarını, on yıl ve daha fazla o bölgede yaşayanların kanser olmalarının çok yüksek bir ihtimal olduğunu da biliyordu. Birileri ölecek, birileri saltanat sürecekti. Emperyalizmin kölesi olarak yetiştirilmiş bireyler arasında artık iş bulabilmek ayrıcalıktı. Bazı köleler iş bulup sürüne sürüne ölecek, bazı köleler açlık ve yoksunluktan “küttedenek” ölecekti.
Sistem bireyi emperyalizmin kölesi olarak yetiştirse de, kölelerin hepsini sahiplenmeyen efendiler hallerinden memnundu. Çok değil otuz yıl önce işçi olmak için okur yazar olmak yeterken, günümüzde üniversite mezunu olmak da yetmiyordu. Arz talep meselesiydi canım, arz ve talep! Pıtırcık gibi çoğalan üniversite mezunlarının, işçi olarak çalışmak için birbirini yemesi emperyalist efendilerin suçu değildi!
Aysel çok mutluydu. Her gün vazodaki para çiçeğinin suyunu değiştirmeye devam ediyordu. Oğlu, kuş cıvıltılarının çocuk cıvıltılarına karıştığı bir ortamda “kutsal” mesleğini yapamazsa da… gün be gün kötüleşen ekonomik şartlarda torpille de olsa bir iş bulmuştu. Gönlü rahattı. Sırada oğlunun mürüvvetini görmek vardı. Evelallah o da olurdu. Hele biraz Mehmet’in eli para tutsun, hepsi sırayla olurdu. Aysel öyle görmüştü, öyle bilmişti, öyle mutluydu, dünyaya öyle bakıyordu… Bir anne çocuğunun mutluluğundan başka ne isterdi? Mutluluğun sahipliği görece de olsa, O bir anneydi…
Annelerin pamuklara sardığı oğullarının/kızlarının da dahil olduğu sistem ise tıkır tıkır işliyordu:
Okuyordu köleler!
Şanslılarsa iş buluyorlardı.
Evleniyor, çoluk çocuğa karışıyorlardı.
Krediler boyu aşıyordu.
Önce bir ev alınmalıydı, borç borca ekleniyordu.
Araba olmazsa olmazdı.
Kredi krediyle, borç yeni borçlarla…ödenir gibi yapılıyordu.
Çocukların okulu için kredi, tatil için kredi, özel dersler için kredi, kredi de kredi.
Kanserden olmasa da borçtan, dertten olmasa da tükenmişlikten, mutsuzluktan olmasa da umutsuzluktan ölüyordu köleler…
Arkasından soruyorlardı: “Nasıl bilirdiniz?”
Kimse kendisinin farkında değildi ki, gideni nereden bilecek? Hep iyi biliyorlardı, hep iyi!
Gidenler:
Kaç gün kendi, kaç gün çevresi, kaç yıl emperyalizm uğruna yaşamıştı?
Kaç gün mutlu, kaç gün sağlıklı, kaç gün huzurlu, kaç gün gelecek korkusundan ve zincirlerinden bağımsız yaşamıştı? Kim nereden bilecekti?
Bu düzeni ne Aysel kurmuştu, ne de Mehmet istemişti. Farkında bile olmadan iki çizginin arasında doğmuş, iki çizginin arasında yaşamaya mecbur bırakılmışlardı.
Mehmet’te iş bulabilmenin mutluluğu ile var gücüyle çalışıyordu. Dilovası macerası dört yıl önce başlamış… evelallah kimsenin yüzünü kara çıkartmamış, bölümünde hakkıyla şef bile olmuştu. Çok mutluydu, çok. Şu hafiften gıcık tutmuş gibi kısa süreli öksürükler de geçince kendini daha da iyi hissedecek, gelecek planlarına planlar ekleyecekti. İçinde ince belli yarinin salıncağı evi, arabası, çocukları, bütün hayalleri…
Aysel’in para çiçeğinin de uğuruyla sırasıyla gerçekleşecekti!
Mutluluk göreceydi. Evet evet kesinlikle göreceydi…
Kimine göre sevdiği insanla evlenmek, kimine göre kırmızı panjurlu bir ev, kimine göre kuzinenin üstündeki kestane, kimine göre son model araba, kimine göre Bodrum’da çılgın bir tatil, kimine göre yenilenmiş mobilyalar, kimine göre dostça ve sevgiyle sarılabilmek…
Her dört gençten biri için mutluluk ise; ebeveynlerinden yardım almayacakları, kendi ayaklarının üzerinde duracakları, hayaller kurabilecekleri, toplum içinde “ben de varım” diyebilecekleri bir işe sahip olabilmek…
Yaşama sırası, mutlu hissetme sırası sizce de gençlerde, gözbebeklerimizde değil mi?