Aklımızda onlarca soru olabilir. İnanmadığımız cevaplar ve tatmin olmadığımız açıklamalar da olabilir. Bilim şüphe etmeyi temel alır. Gelişmiş insan araştırmayı, sorgulamayı, öğrenmeyi benimser. Bilim de, gelişmiş insan da; ikna olmak, ikna edilmek, bilinmeyeni çözümlemek ister. Eyvallah… bu gerçekliği hepimiz kabul edebiliriz.
Aşı olan sağlık çalışanlarının yüzlerindeki mutluluğu, umudu ve ertesi günkü işe gelişlerindeki hevesi görüp de nasıl bu kadar acımasız olur insanoğlu… işte vicdanların bu acımasızlığa “eyvallah!” demesi de kabul etmesi de pek mümkün değil.
Korkuyorlar… Yanıbaşlarında meslektaşlarının, hocalarının, çalışanlarının, hastalarının bir bir öldüğünü gördükçe; ürperiyor, üzülüyor, korkuyorlar. Aileleri, hayatları, gelecekleri, canları için korkuyorlar. Ayıp mı?
Sonra bir çok bilinmeyenli bir aşı geliyor ve kırıntı da olsa sağlık çalışanları için umut oluyor. Artık hastalanmak istemiyorlar. Hastalanınca ücretlerinin kesilmesini, ailelerini görememeyi, elbette ölmeyi istemiyorlar. Sağlık çalışanlarının büyük çoğunluğu, koşa koşa, güle oynaya, bile istiye aşı oluyorlar. Televizyonlarda ve sosyal medyada da bunu içtenlikle paylaşıyorlar.
Kıyamet bundan sonra kopuyor:
“İyi ki koldan oluyorlar, kıçtan da resim görebilirdik!”
“Ne ulan bu savaş kazanmış pozları?”
“Korunurluluğu yüzde elli oğlum, merak etmeyin iki kere olunca sizi yüzde yüz korur!”
“Mutluluk pozlarına bakar mısın? Altı üstü aşı oldun be!”
Türk Tabipler Birliği 28 Aralık tarihine kadar virüs nedeniyle ölen sağlık çalışanı sayısını 302 olarak açıklamıştı. Yukarıda yazan geyikleri yapan arkadaşlar bu rakam size bir şey ifade ediyor mu? Ne aşı olanı ne de karşı duranı; eleştirmek, yerle bir etmek, aşağılamak, küçük görmek kimsenin haddi olmamalı. Sağlık çalışanları bir umuda tutunuyorlar. Bir yıldır ilk defa öncelikli kategoride olduklarının ve pamuklara sararak korunması gereken kesim olduklarının tescilinin hazzını yaşıyorlar. Dün daha akışlarken ertesi gün birden dövmeye çalışan insanları, illiyet denen saçmalıkları, ayda 1.67 TL lik bağışlanan ek ücretleri, en önemlisi de yorgunluklarını unutuyorlar. Bir an olsa da unutuyorlar… Umutlanıyorlar, iyi hissediyorlar, dirençle savaşmak için tazeleniyorlar.
Bazıları ikinci aşıyı olmadan, bazıları ikinci aşıyı olsa da hastalanabileceklerini, ölebileceklerini bilmiyorlar mı? Bir an olsun kötü şeyler düşünmemeye… gemilerini maviliklere sürmeseler de, iyi şeyler düşünmeye çalışıyorlar.
Aslında konunun aşı olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz… Bir terim var “Chain of Screaming.” Türkçesi bağırma ya da azarlama zinciri diye de çevrilebilir. Toplumdaki genel mutsuzluktan kaynaklı insanların döngü halinde birbirini azarlama durumu anlamına gelir. Yani, mutsuzuz ağalar, mutsuzuz beyler, mutusuzuz ablalar… Biz toplum olarak mut…su…suz!
İktidar önüne geleni, genel müdür müdürleri, müdür astlarını, astlar emekçileri, emekçiler karılarını ve çocuklarını, belediye başkanı zabıtayı, zabıta simitçiyi, jandarma muhtarı, muhtar köylüyü, polis vatandaşı, vatandaş vatandaşı azarlayıp duruyor. Bu döngü çoğalır da çoğalır. Hiç kimse bulunduğu durumdan mutlu değil!
Herkes bir başkasının hayatına müdahil olmayı görev biliyor. Arsızca, soysuzca, sevgisizce saldırıyor. Mutsuzluğunu giderecek tatmin yolu olarak bir başkasını mutsuz etmeyi benimsiyor. Kimse kendi işinde gücünde değil, kimse haddi ve bilgi sınırları içinde davranmıyor. Her konuda ahkam kesiyor, her konuda bilgiç bilgiç bilgisizlik yayıyor.
Ekonomi boktan, işsizlik çığ gibi! Esnafı, üreticisi, ekicisi, toplayıcısı perişan! Garsonu, komisi, aşçısı, simitçisi, bulaşıkçısı, çaycısı, kahvecisi, müzisyeni aç! Mutluluk lüks tüketim malı olarak vergilendirilme sınırında! Altını çizerek bir daha söyleyelim: Mutluluk lüks tüketim malı olarak vergilendirilme sınırında! Ne yapacak bu insan?
Kendine, ailesine, çevresine, ulaşabildiği herkese zarar verecek. Bu zarar uzak çevrede; hakaretle, küfürle, aşağı çekme çabasıyla sınırlanırken: Yakın çevrede şiddete, intihara, öldürmeye varacak. Tüm bunları her gün, her gün yaşamıyor muyuz?
Çünkü mutsuzuz…
Çoğumuz farkında olmasak da gerçek bu, mutusuzuz. Hayatın yüzde doksan dokuzunu atlarken; siyaseti ve futbolu iyi bildiğimizi haykırmaktan keyif alıyoruz. Ömrümüzde okuduğumuz kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmemiştir, tutku dolu bir aşk nedir bilmeyiz, sokakta oynayan bir çocuğun kanayan dizine nefesimizle üflememiş burnundan akan sümüğü silmemişizdir, kardelen çiçeğini hiç görmemişizdir, bir köpeğe sarılıp çamurda yuvarlanmamış… köyümüzden başka köy, şehrimizden başka şehir, bambaşka bir kültür görmemişizdir ama siyaseti iyi biliriz. Politik davrandığımızı sanarak ahkam kesmeye bayılırız. Üniversiteye ya ayaklarımız gitmiş kafamız boştur ya da hiç gitmemişizdir lakin… sosyoloji, psikoloji ve toplum bilimi uzmanlık alanımızdır. Bayılırız atıp tutmaya, billur geçip kafa yapmaya! Hayatın tamamına yakınını ıskalarken, ne yazık ki aslolan kendimizle billur geçebilmemizdir…
Anlı şanlı doktorlarla kafa yaparak, profesörlere (gerçeklerinden bahsediyorum) ayar vererek, sağlık çalışanlarının paylaşımlarını aşağılayarak endorfin ürettiğimizi düşünürüz. Aslında tek ürettiğimiz kin, nefret ve acizliktir. O kadar bellidir ki çaresizliğimiz…
Sağlık çalışanları yüzleri yara bere içinde, giysileri ve çizmeleri ter su içinde, çevresinde ölen insanlar yüzünden gözleri yaş içinde resim paylaşacağına… bırakalım da aşı da olsa mutluluk resimleri paylaşsınlar. Mutluluktan niye rahatsız oluyoruz, niye yılda bir kere gülümseyen insanları mutsuz ediyoruz? Niye?
Roman ve hikaye yazarı Nathaniel Hawtborne’nün dediği gibi: “Bedenimizde görülen bazı hastalıklar ruhlarımızda saklanan hastalıkların küçük parçalarıdır.”
Virüsler gelir geçer… Bedenimizdeki hastalıklar ve arazlar elbet bir gün şifa bulur. Ruhumuzu iyileştirmedikçe, kötülüklerden beslenmeye devam ettikçe, bencil ve sevgisiz bir yaşamı yeğledikçe, sadece iyi olduğumuzu düşünürüz. Yavaş yavaş çürür, kokar ve bulunduğumuz her ortamı kokuturuz. Ne yazık ki o kokuşmuşluğu bir tek biz göremeyiz, o iğrenç kokuyu da bir tek biz duyamayız…
Sağlıklı ve mutlu bir hafta diliyorum.