Saat gecenin üçü:
Bir gece öncesinin aynısı oldu; aynı saatte, aynı ruh haliyle…
Telefonun saatine bakıp, ışığı seni rahatsız etmesin diye alelacele kapattım. Yorgandan sıyrılıp, yatağın benim tarafımda usulca oturdum. Gözlerim karanlığa alışsın ki; hem terliklerimi giyeyim, hem de ışığı yakmadan ve sağa sola çarpmadan odadan çıkabileyim…
Her gece aynı: Bir iki saat uyuyor, kalkıp mutfakta kendime kahve yapıyor, salonda kağıda bir şeyler yazıyorum. Uzakta bir yerlerde, her zaman içinde kaybolduğum gözlerini devirip de, muzip muzip sakın gülme! Hala sen o yatakta uyuyorsun ve sıçrayıp da uyanacakmışsın gibi davranıyorum, biliyorum! Çılgınlıkta sınırlarım yok, onu da sen biliyorsun. Bunları da bir gün okuyacakmışsın gibi sadece sana yazıyorum.
Saat dört:
Kalkar kalkmaz yaptığım kahve soğumuş. Gecenin sessizliğinde bir başıma, bilgisayarda dönüp dolaşan fotoğraflarımıza bakıyorum. Kayıp giden fotoğrafların ekranda duruş süresini uzatıyorum ki, gözlerinin özlemini bir an olsun unutabileyim. Bak işte, bunda Urla sokaklarındayız; evsiz barksız Yaşar abi, saç sakal birbirine karışmış halde gülümsüyor, üzerinde vermemiz için ısrar ettiğin mont var. Üçümüzün de elinde yarıya yakını yenmiş çiğ börek! O günkü sözlerini şu an gibi duyuyorum.
“Ben toksam herkes doymalı, ben üşümüyorsam hiç kimse üşümemeli… gülümsemeyi, sevilmeyi, pohpohlanmayı istiyorsam ve şımarıyorsam arsızca sokaklarda… herkes (Yaşar abi de) hissetmeli bu duyguları!”
Bir başka fotoğraf daha beliriyor ekranda: Mayıs 2010 yazıyor köşesinde… Milvio Köprüsünde ısrarla çektirdiğin ve ellerimizle “nanik” işareti yaptığımız bu fotoğrafı hatırlıyor musun?
“Kimseyi inandıkları için kınamıyorum” demiştin. “Aşk, ister Roma’da isterse Paris’te, köprülere kilit asmakla yürümez. Fedorica Moccia bile kitabında bunu demek istememiştir, eminim! Sonsuz aşk diye bir şey yoktur!”
Bereket bunları bağıra bağıra Türkçe olarak söylemiştin de kimse anlamadı. Fikrin değişti mi bilmiyorum ama galiba ben senin fikrine yaklaştım. Tamamen demiyorum; kayıp uykularıma ve ruh sağlığıma tekrar kavuşmam için “Sonsuz aşk yoktur” demeye başladım şimdilerde… sadece içimden!
Kayıp uykularımdan bahsetmişken; göz kapaklarım ağırlaşıyor, resimler bulanıklaşıyor, bir iki saat daha uyumalıyım.
Saat 11:
Balkondaki koltukta oturmaktan her tarafım uyuşmuş, kaç saattir burdayım bilmiyorum. Yattım mı, uyudum mu, hep bu koltukta mı oturdum… saçmalık işte, yine söylediğin o yere geldim!
“İnsan çevresini önemsemeli” derdin. “Kendine acıyan insan, sadece kendiyle ilgilidir. Bencildir, duyarsızdır, mağduru oynamaktan ve ilgi çekmeye çalışmaktan başka bir şey bilmeyen sempati arsızıdır. Ondan bu bencilliğini çıkarttığında poffff… balon patlar!”
İnanarak, kızarak, böyle insanlar hiç olmamalıymış gibi, biraz da şaşırarak söylerdin.
Sana göre ben de şu an bir balonum. Yokluğunda kendime acımam tavan yapmış durumda ve evin dört bir yanında köşe kapmaca oynuyorum… öyle mi?
Saat 15:
Bir kaç saattir kızgınım sana. Bir balon olabilirim ama virüs nedeniyle evde sıkışmış ve pörsümüş bir virütük balonum. Günde altmış bin düşünce geçiyormuş ya insan beyninden -öyle derdin- sanırım sadece beş bini sen değilsin! Haftasonu kısıtlaması diye bizi eve kapadılar. Seni düşünmeyip de ne yapsaydım? Kalbimi ve beynimi verip, yerine mandal alabileceğim bir eskici de geçmiyor ki, İzmir’in boş sokaklarından. Eskimek yormuyor beni, söylediklerinin zamanla hep doğru çıkmasından yoruldum. Elbette korkuyorum da! Sonsuz aşkın olmadığına inanıp da seni unutmaya korkuyorum. Aşkın sonsuz olup olmadığı değil, yokluğunda bile içimde büyüyen sevgin çaresizliğim!
“İlişki bittiyse… farzet ki, iki insan ayrıldı ya da biri öldü hayat devam eder” derdin. En çok da böyle söylemlerinde gerilirdik. “Ayılıp bayılmayı, bağırıp çağırmayı, tüm yaşam boyu yas tutmayı anlamıyorum!” derdin. Anlamaman normaldi de, herkesten senin gibi davranmasını beklemen, işte o anormaldi. Senin kitabında ayrılık sonrası yitirilenlere yer yoktu; o sayfalar boştu, boş ve tertemiz olmalıydı. Ta ki… Dilim varmıyor!
Saat 18:
Bilgisayar başındayım…yine! Fotoğraflar dönüyor. O fotoğrafların çoğunda ikimiz varız. Yüzlercesinin içinde, iki kişiden fazla olduğumuz fotoğraf sayısı bir elin parmaklarından az! Ortak dostlarımız olmadı seninle, zor derdin. Dost olmak da, dost kalmak da zor.
“Herkesle arkadaş olalım, herkese yardım edelim, herkesi dinleyip varsa sorunları çözüm üretelim, ama dost olmayalım! Dostluk bir mayın tarlasında yürümeye benzer; mayın tarlasının sonuna kadar ne zaman, ne zaman diye gidemem, bir yerlerde havaya uçmak istemiyorum. Ben sadece senin için yaşamak istiyorum” diye yüzüme bakıp içtenlikle konuşurken, gözlerin ışıl ışıl yanardı. Bana geldiğinde de, benden gittiğinde de senin içtenliğine hep inandım.
, Dün, 20:14 gönderdi
Bencilce de olsa birbirimize daha fazla zaman kalsın diye önceleri “sadece ikimiz” fikrini kabullenmiştim. Sonraki yıllar üzerinde çok tartışmış, seni ikna edemediğim için dostlarımın birer birer elimden kayıp gitmelerini seyretmiştim. Anlaşamadığımız ender konuda, sen dostluğu yük kabul ederken, ben ödül olarak görüyordum.
Debisi hızlı bir nehiri; ayağının kaymasını göze alarak, kimi zaman saçına kadar ıslanarak, korku ve endişelerini paylaşarak, el ele verip karşıya geçebildiğinde… seni bekleyen ödüldür dostluk! bunu sana anlatamadım.
Saat 22:
Farkına varmadan gece olmuş. Kısıtlamanın kalkmasına yedi saat kalmış. Sanki sabahın köründe evden fırlayıp, Bostanlı iskelesine kadar koşacakmışım gibi… kimin umurundaysa!
Bazen bir hafta evden çıkmadan yaşarsın da, iki gün mecburen eve kapanınca afaganlar basar ya insanı! O haldeyim. Zorlamalardan hep nefret etsek de, sen zorlamayla yapılan her şeye kafayı fena takardın. Eğer son günlerde burada olsaydın:
“Bir köylü kadının, tavuklarının önünden toplayıp da şehrin herhangi yerinde sattığı yumurtalar, zabıtanın eşkıyalığı ile yollara saçılmamalı…
Küçücük bir çocuğun, devleti ve nizamı öğretmek adına acımasızca boğazı sıkılmamalı…
Evi yanan bir adama maskesiz dışarı çıktı diye, ceza kesilmemeli…
Evinde televizyon dahi olmayan bir boyacı, kısıtlamayı ihlal ettiği için azarlanıyorsa… o ceza makbuzunun koçanını erkin gözüne gözüne sokmalı…”
diye, çığlık çığlığa söylenirdin.
İnsanın çevresinde olup bitene duyarlı olmasını, gerektiğinde tüm gemileri yakıp kavgaya girebilmesini… ben senden öğrendim. Yoksun, eksiğim. Yoksun, kendimi tamamlayamıyorum.
Saat 23.30:
İki saatlik uyku için yatağımıza! gidiyorum.
Saat 05:
Yatakta bir saat zor kaldım. On dakika bile uyuyamadım. Kalkıp koltuğuma kuruldum ve okumam gereken bir kitabı bitirdim. Evde kalıp da aklımı senden alabildiğim, sadece kitap okurkenki anlarım. Çıkmalıyım bu evden. Yürümek iyi gelecek, biliyorum.
İşte İzmir’in sokaklarında yürüyorum. İyot kokusu çekiyor beni, deniz kenarına inmeliyim. Bostanlı iskelesinde beni bekliyormuşsun gibi hızlanıyorum. Oysa on dört ay geçti, yoksun. Haber vermeyeceğini, aramayacağını biliyorum ama telefonun da değişmiş, nerdesin merak ediyorum.
Sosyal medyada son günlerde sadece ölüm haberleri var. Ne çok insan gitti. Ne çok acı var. “Sosyal olacaksan halka karış! Benim bunlarla geçirecek zamanım yok!” derken; amacın izinin rüzgarla savrulması, geride bıraktıklarının seni unutmasıydı anlıyorum. Senin de çok sevdiğin şairin dizeleri geliyor aklıma… iskeledeyim, yüzüm denize dönük mırıldanıyorum:
“Korkma, yan gözüme dokunmayacak gidişin
Dalından koparan el benimki olmayacak
Sonbahara bıraktım seni
Elbet kendin düşeceksin daldan, gözden, yürekten.”
Saat 07.10:
Özgürlüğün ilk saatlerinde Bostanlı – Konak vapurundayım. Bir pazartesi sabahı; mis gibi deniz havası eşliğinde, kendimi sağlıklı ve ne hikmetse mutlu hissediyorum. Uykusuzluk umurumda değil, kendime söz veriyorum.
Bir gün, seni unutmayı öğreneceğim…
Kenan Çığır
07.12.2020
Şiir: Kenan Demir