Özel bir gün…
Zar zor kendini yatağa bırakmış, koltuk değneklerini büyük bir öfkeyle kaldırıp fırlatmıştı. Çıkan gürültüye koşup gelen Cem, hayretle ve üzüntüyle Canan’a bakıyordu.
“Çok yorulduğunu çok sıkıldığını biliyorum, lütfen salma kendini” diyebildi Cem. Bir zamanlar çok sevdiği adama öylece baktı Canan. Eski günlerin hatırına onu üzmemek için gözleri dolu dolu olsa da, tutundu damlalar pınarlarına. Günlerdir gecelerdir o kadar çok ağlamıştı ki, yetsindi artık; varsın öfkesi çağlasın, gözleri çakmak çakmak olsun ama o… ağlamayacaktı. Nefret ettiği o zayıf, o ağlak, o çaresiz insanlardan olmayacaktı…
Bilgisayarını kucağına alıp, Cem’in arkasını yastıklarla dikleştirmesini bekledi. Aylardır tek satır yazmamış olsa da ilk tuşa dokunduktan sonra harfler kelimelere, kelimeler çağlayana dönüşüp beyaz zeminli yatağında hızla yol alıyordu. Sevgisini, acısını, hırsını, öfkesini parmak uçlarından tuşlara aktarıyor; önce hafif bir tedirginlikle başlayan yolculuk, bilgisayarın kapağını kapattığında rahatlamaya ve mutluluğa dönüşüyordu. Son yıllarda onu hayata bağlayan tek şey yazmaktı. İç sesi Cem’e haksızlık yaptığını söylese de bu gerçeği kimse değiştiremezdi. Cem bile…
Öfke nöbetinden sonra yazmaya başladığı kaç saat olmuştu bilmiyordu. Cem’e seslenip koltuk değneklerini isteyecekti ki tekrar bilgisayarını açıp yazdığı son paragrafı okumak istedi.
“Yoruldum! diye kafamın etini yiyen beynim patla sen emi! Ne oldu yani? Bir trafik kazası iki üç kırık kemik, bir kaç platinle mi yorulduk? “Evlatlarım aç” diye kendini yakan baba kadar mı yorgunluğumuz? Erkek arkadaşı var diye müsvedde bir baba tarafından öldürülen o kızçe kadar mı tükenmişliğimiz? Oğlunu askere gönderip her gün gelen “şehit” haberleri ile kalbi sıkışan anne kadar mı çaresizliğimiz? Birde “evladın şehit oldu” denen anneyi düşün! Vatanını, sevdiklerini, herşeyini geride bırakıp savaştan kaçan, zulümden kaçan, nefretten kaçan dünyanın dört bir yanındaki mülteciler kadar mı umutsuzluğumuz? İşsizlikle boğuşan gençlerden… parasızlık yüzünden; sevmekten korkan, çarşıya çıkamayan, tek bir kitap dahi okuyamayan gençler gibi mi gelecekten yoksunluğumuz? Bir virüs salgını yaratıp katledilen yüzlerce, binlerce insanla aynı mı yok oluşumuz?
Altı üstü biraz hastayız sevgili beynim…
Etrafımızda bunca yorgunluk, tükenmişlik, çaresizlik, umutsuzluk, yoksunluk ve yok oluş varken… düzeltiyorum sevgili beynim; biraz değil, çok hastayız çok.
İğrenç bencilliğimizi bir kenara bırakıp dünya benden ibarettir saçmalığını terkedersek, her bir haltı bilme ukalalığını empatiye dönüştürebilirsek… İnanıyorum ki; barıştan yana, sevgiden yana, insandan yana tavrımıza sımsıkı sarılırsak bu günler de geçecektir.”
Canan yazdıklarını okumayı bırakıp, laptopu yatağın üstüne atarak bir süredir mesaj sesleriyle kıpır kıpır olan telefonunu eline aldı. Kapitalist düzenin sömürü aracı o özel gün mesajlarının arasından sıyrılıp, Cem’in mesajını gördü. “Yan odadan mesaj çekmek de neyin nesi” diye sinirlense de tek bir cümlelik mesajı açtı.
“14 Şubat Dünya öykü günün kutlu olsun, seni tekrar yazarken görmek çok güzel cancağızım…”
Yüzündeki gülümseme giderek büyüyen Canan, az önce yatağının üstüne fırlattığı laptopa sarılıp, yazmanın ve okumanın girdabına kapılıp yavaş yavaş kayboldu.