Arzu Dinçer
Merhaba bugün oldukça renkli ve tatlar ile bezenmiş bir yazarımız, gurmemiz* 5N1KitapYazarının konuğu oluyor.
Onu Hindistan anılarını yazarken de antik bir şehrin kalıntıları içinde “Garom Sos”** hazırlarken de ya da kaz dağlarında “Aşımız aşkımız olsun” diyerek EkoFestival çorba kazanının başında olduğunu görüyoruz.
Küçük yaşlardan itibaren renklerle dans ederken bir taraftan da bir deftere “Roman” yazarak hayallerinin uçucu bir esans olmaktan kurtarmış güçlü bir kadın Nurdan Çakır TEZGİN.
Bu arada sayın okuyucu sorularımın yanıtlarını okurken ve kendisi ile ilgili araştırma yaparken en hoşuma giden bir iki nokta oldu Nurdan Hanım kadınlığından hiç ödün vermemiş cefakârlık, fedakarlık perdesinin ardına gizlenip unutmamış. Renkli başlıkları, ayaklarında ki ojeleri öyle bir duruş sergiliyor ki unutanlar için küçük bir hatırlatma olsun bu.
Röportaj yazılarında sunum yapanın kelamı az olmalı diyerek sizi Sayın Nurdan Çakır TEZGİN’ın sıcacık yanıtları ile başbaşa bırakıyorum.
Sevgilerimle,
Arzu DİNÇER
11/10/2017
* (TDK Gurme: 1. Yiyecek ve içecek konusunda uzmanlık ölçüsünde bilgisi bulunan, tadına bakan ve lezzetini değerlendiren (kimse). 2. Malzemesinden pişiriliş veya yapılış yöntemine kadar özenle hazırlanmış yiyecek veya içecekten anlayan (kimse).)
**Garom Sos: Çeşitli balıklar, büyük balıkların iç organları, temiz deniz suyu, çeşitli otlar ve tuz kullanılarak hazırlanan antik sos.
Soruları yanıtlamadan önce kısaca kendinizi ve kaleminizi bizlere hatırlatabilir misiniz?
Nurdan Çakır Tezgin: Hatırlatmak…
Şimdilerde kadınlar yaşlarını belirtmedikleri gibi işlerine gelmeyen konulara da hiç değinmiyorlar söyleşilerde. O yüzden hatırlama faslını iki seçenekle biçimleyeyim.
Nurdan Çakır Tezgin, Türkiye’nin ilk enstalasyon evi Siyaz ve Siyaz Felsefesi’nin kurucusu, pozitivist yaşam alışkanlıkları araştırmacısıdır… Aynı zamanda “Yaşça hoşça Aşçı Fok’ça Foça Mutfağı” ve “Dur biraz oturayım” öykü kitaplarının yazarıdır. Yazınsal anlatı güncelliğini www.ascifok.com başta olmak üzere, www.focafoca.com , www.bursa.com ve www.apelasyon.com ile sürdürmektedir.
Yukarıdaki kısa, net ve kalıpsı tanım yeterli mi? Bu, bana bile çok bir şey söylemiyor o yüzden devam ediyorum…
Nasıl hızlı bir zaman tüneli içindeyiz değil mi? Şu an okuduğumuzu özümseyemeden hop bir sonraki an gelip çatmış ve çok hızla tükettiğimiz bir sürecin şaşkın izleyicileri olmuşuz. Her ne kadar tüm dönemler kendi dinamiği içinde değerlendirilirlerse de, ben kendi yaşam döngümü 2000 yılı öncesi ve sonrası diye tanımlamak durumundayım. Resim eğitimi aldığım ilk gençliğim resim ve desen üzerine yoğunlaşarak geçti. Yazmayı plastik sanatların destekçisi olarak gördüğüm doksanlı yıllarda, Bursa Uludağ Yolu’nda Türkiye’nin ilk Enstalasyon Evi Siyaz’ı vücuda getirmiştim.
Yaşam hümanizmamın ardına gizlenmiş filozofik bir başkaldırıydı Siyaz. “Siyah bir kara noktadan beyaza geçişte grinin adlandırılmamış adı” olarak tanımlamıştım Siyaz’ı. Aşçı Fok Nurdan Çakır Tezgin’i biraz olsun tanımlayabilmenin yolu Siyaz ruhunu hatırlamaktan geçiyor. En azından benim için böyle.
Kalemim, kalemlerim hep renkliydi. Sanatın her alanı ilgi alanımdaydı lakin hepsinin içinde olmakla elle tutulur bir şeyler ortaya koyabilmek aynı şey değildi kuşkusuz. Çizip boyamanın yetmediği noktada yaşamıma yazı girdi dersem hiç doğru olmaz! Zira kendimi bildim bileli hep günce tuttum. Hep mektup yazdım. Önceleri dergi ve gazete yazılarım ön plandayken internetin hızlı dünyasıyla kendimi kent portalları içinde buldum. www.focafoca.com ‘un yeme içme köşesini hazırlamak ve yerel araştırma maratonu aşçılıkla hiçbir bağım olmadığı halde beni “Aşçı Fok” yaptı.
Yaşça Hoşça Aşçı Fok’ça Foça Mutfağı kitabımdan sonra yerel araştırma ve mutfağa ilişkin konular rüzgârımın yönünü sürekli hareketli kıldı. Söyleşiler, imza günleri, ekolojik festivaller, şenlikler, antik zaman yiyecekleri ve çorba kültürünün birleştiriciliğiyle özel günlerin çorba seremonicisi bile oldum!
İnsan bazen çıktığı yolun nereye götüreceğini bilemez ya; Otlu bahar çorbası, ekofest çorbası, antik çorba, zeytin çorbası, mübadele çorbası gibi farklı öyküleri olan çorbaları yaşam kepçesiyle karıştırıp duruyorum bir süredir. Gittiğim her yere kepçemi ve kalemimi, bir de hayallerimi götürüyorum.
Siyah ve beyaz arasındaki tüm renklere bu “konulu çorbalar” faslının da eklenmesiyle edebiyatı çorba üzerinden okumaya başladım dersem benim penceremden doğru bir tanımlama olur. Resim yapmaktan çorba karıştırmaya, yaşama dair her şeyi öpe koklaya yaşayarak yazıyor olmak çok keyifli.
NE ZAMAN?
Yazmaya ilk ne zaman karar verdiniz, yayınlamayı düşündüğünüz (hazırladığınız) son kitabınız ne zaman yayınlanacak /yayınlandı?
Nurdan Çakır Tezgin: Klasik olmayan bir yanıtım olabilseydi keşke! Resim yaparken kendi iç sesimle konuştuğumu hatırlıyorum çocukken. Hep eksikti resimlerim. Hep o yarım kalmışlık duygusuyla oynadım renklerle. Hiç unutmam, bir gün koskoca resim kartonumu yarım bırakıp hiç kullanılmamış bir defter aldım elime. Defterin ilk sayfasına kurşun kalemle “roman” yazdım, sadece roman. İçim öyle doluydu ki upuzun bir romanı yazabileceğimi sandım herhalde…
Elimdeki kurşun kalemi evirdim çevirdim, defterin kapağını kapattığım gibi yine resim kartonumu boyamaya geçiş yaptım. Yaşım dokuz ya da on filandı. Oysa kompozisyonlarım çok iyiymiş öğretmenim söylerdi! Ama olmadı, o roman sevdam başlamadan bitti.
İkinci anlatı kitabım “Dur biraz oturayım” 2015 de yayınlanmıştı. Araştırma yönüm ağır bastığı için şimdilerde birkaç kitabı aynı anda kotarmaya çalışıyorum. O yüzden, üçüncü ve dördüncü kitabım arka arkaya çıkacak gibi.
NE?
Kitaplarınızı bize özetleyebileceğiniz cümleler ne olur?
Nurdan Çakır Tezgin: Günümüzde herkes yazıyor, çiziyor, boyuyor, dikiyor, ekip biçiyor, herkesin söyleyecekleri şeyleri var. Her birimiz kendimizi ifade edebilmenin bin bir yüzüyle sürdürüyoruz yaşamlarımızı. Benim yazınsal alanda da yaşamda da tek derdim kendim olmak.
Dışavurumsuz bir hayat mümkün değil, çoğunluğun yaptığı bir eylemin içinden sıyrılabilmek özgün olmayı gerektiriyor. Özgün bir duruş ve dil. Sanıyorum içimden dışa yansıttığım dil sevgi dili, sevecen ve insanı kavrayan bir dil; Nurdan’ca bir dil…
NEREDE?
Edebiyat dünyasında kendinizi nerede tanımlarsınız?
Nurdan Çakır Tezgin: Plastik sanatlarda da olduğu üzere, otodidakt bir yapının içinde hayat bulduğumdan naif ve duyarlı bir gözlemci olduğumu düşünüyorum. Kendi duruşumu ve ortaya döktüklerimi biçimleyecek olan zaman terazisine benim de ihtiyacım var.
Zaman kendini getirirken beni de ait olduğum yere koyacaktır mutlaka. Benim gördüğüm yer ile dünyanın beni gördüğü yer kesinlikle çok farklı. En azından bundan eminim!
NASIL?
Yazar ve okurlar arasında kurulan köprü sizce nasıl olmalı?
Nurdan Çakır Tezgin: Yazarın okura ulaşmadaki araçları günümüz teknolojisinin nasıl kullanıldığıyla çok ilintili artık. Doğru ve yanlışlardan ziyade, önce ve sonralar daha dikkat çeker oldu. Tabi bir de “enler” var. Daha çok gürültü yapıp, daha fazla sayı öne çıktıkça okur-yazar köprüsü Sırat Köprüsü misali ince bir sırt üzerinde debeleniyor.
Okur, kendisiyle örtüştürdüğü yazarın peşine düşüyor zaten…
Yazarla ilgili şeylere merak sarıyor, sosyal mecradan takip ediyor.
Günümüzde yazar ve okur arasındaki o gizil romantizm pek yok artık. Genel anlamda böyle. Yoksa kendini yaşamın sosyal dinamiğinden geri çekip, tamamen yazılarına gömülmüş yazarların soyu tükenmedi, halen de varlıklarını sürdürenler var. Ben onlardan değilim, ortalarda olmasam bile soluk aldığımı belli etmekten hoşlanıyorum. Okurumla yazışıp söyleşmek her zaman keyifli… İsteyince bu yol hep açık zaten.
NEDEN?
Okurlar sizin kitaplarınızı neden okumalı?
Nurdan Çakır Tezgin: Bu soru çok güzel işte…
Şimdi bir moda deyim var; “kendini iyi hissetmek” insana kendini iyi hissettirmek, gülümsetmek, yaşama sevinci ve umut verebilmek için yazıyorum. Kitabımı eline alan tatlı bir keyifle okuyormuş, okurlarım öyle diyor. Tanıtım yazılarım hariç sosyal medyadaki güncel anlatılarım için de aynı şeyi söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım!
Benim hoşuma gitmeyen, bana sevinç ve coşku vermeyen yazılar yazmıyorum. Bana iyi gelmeyen duyguyu başkalarına niye yansıtayım ki?
Ölümün varlığıyla her an yüzleştiğimiz bir yaşamda iyilik duyguları salgıladığım için okumalılar beni. Teşekkür ediyorum
Umut ve sevinç sizinle olsun. Yaşadıkça…
Yaşça Hoşça Aşçı Fok’ça Foça Mutfağı
Foça Belediyesi Yayını
2013
Kitabın tanıtım bülteninden;
“Aşk, aşçı ve aş, üçü bir arada Foça’da hayat bulunca Aşçı Fok adını alan Nurdan Çakır Tezgin, Foça ile bütünleşip Foça’nın bütün değerlerini araştırarak yazmak üzere kollarını sıvadı.
Dokuz yıllık bir araştırmanın sonucu olan ‘Yaşça, Hoşça, Aşçı Fok’ça Foça Mutfak Kültürü’ kitabı, cennet Foça’ya Aşçı Fok’un bir teşekkürüdür…”
Kitabı Foça Belediyesi’nden temin edebilirsiniz.
(http://www.ascifok.com/focamutfagi/ )
Dur biraz oturayım
Yasak Meyve / Komşu Yayınları / Sıcak Nal
Ocak 2016
Kitabın tanıtım bülteninden;
“Nurdan Çakır Tezgin (nam-ı diğer Aşçı Fok), çok yönlü bir yazar. Resim yapıyor, sergiler açıyor, gezilere çıkıp yolculuk anılarını yazıyor, yerel beslenme ve ekoloji odaklı atölye çalışmalarına imza atıyor.
Bu kez bir öykü kitabıyla çıkıyor okurlarının karşısına. Belirli bir yaşın üstündeki bir insanın günlük yaşantısından yola çıkıp sokaklara, parklara, hastane koridorlarına uzanıyor.
Duyarlı gözlemlerin öyküleri…”
BALKON
Bir geminin güvertesine benzerdi Siyaz’ın balkonu.
Kentin, sisi pusu örtünce isli çatılan, gri bir bulut kaplardı yeryüzünü.
Balkondan bakınca griden maviye çalan engin bir deniz var sanırdım ayaklarımın altında. Gökyüzüyse laciverdin morun her tonu, bazen de binlerce pamuk sütmavi alabildiğince. Ellerimi uzatıp tutabileceğimi sanırdım bulut pamukçuklarımı, yer tanrısı gök tanrısıyla elele tutuşurdu beni görünce balkonda, bakışırdık ufuk çizgisine doğru ve yeniden doğardık yeni bir güne tabiatanayla. Bir çiğ tanesi, bir göz çapağı oluverirdim kurumuş bir gözyaşından, belli ki ağlamış dün gece tabiatana!
Bir geminin güvertesine benzerdi Siyaz’ın balkonu.
Tıpkı bir aslan gibi yalnız ve kararlı, uzaktan gözlerdi sürüyü Siyazana. Gemi ne zaman sallansa, güvertede bir sıkıntı, isyan mı var? Tayfalar telaşlı, birer ikişer dolarlar güverteye.
Balkon yükünü almış, tayfaların rahatlama zamanıdır. Usulca uzaklaşır balkondan Siyazana. Gelen seslere kulak verir kahkaha mı, keder mi? En uygun müziği seçmek ister, ruhların varlığına uyum sağlamalı müziğin ritmi. Onu arayan bulur; ya mutfakta yada yazı masasında. Sesler, iniş çıkışlı anlamak zor olup bitenleri…
Gün, geceye dönmüş balkonda.
Mumları yakma zamanı, bir de tütsü. Ağlayan olacak mı acaba bu gece? Coşkular, öfkeler, yeterince saçıldı mı sağa sola, rahatladı mı tayfalar?
Ne o!
Bir şiirin dizeleri mi dökülmekte balkondan aşağıya, bir şiir mi Aragon’dan? “Mutlu aşk yoktur” diyen bir ses. Aragon, dolup taşmakta balkondan odalara, odalardan sokaklara, kaldırım taşlarına…
Kentin üstüne yuvarlanan, sadece bir şiirin dizeleri mi, ya insan sesleri, yarım kalan aşkları, yaşanacak olası umutları?
Sesler sustu. Kahkaha coşkuları yerini sessiz iç çekişlere bıraktı. Suskunluğun sorgulamayla kardeş olduğu, tayfaların kendi benliklerine döndüğü saatler başladı. Birer ikişer boşalıyor güverte. Herkes sürüde ki yerini almak üzere yola çıkıyor, rota belli! Belli mi gerçekten rota?
Kaç kişi bellediği rotaya sadık kalacak? Unutan mı, yoksa rotasını şaşıran mı bilinmez gidemiyor biri, birileri…
O, Siyazana’yı arıyor, “biraz kalabilirmiyim” diyor. Bir yürek bir omuz onu bekliyor, anlatıyor, anlatıyor… Anlattıkça kendini kendine anlatıyor.
Siyazana bekliyor…
Anlatıyor, anlatıyor… Anlattıkça kendini anlatıyor. Siyazana dinliyor, dinliyor. Bir şeyler söylemeli ama; ne demeli ki, sessizliğin bekareti bozulmasın. Bu yalnızlık kulesinde ne söylenebilir yalnızlıkla barışmak, dost olmak dışında; Pablo Neruda dökülüveriyor dudaklarından.
” Başına gelmeyendir insanın
sessizliği sessizlik eden,
konuşmak istemiyorum artık
durdum orada bekleyerek:
o yerde ve o gün
bilmiyorum neler oldu
ama o ben değilim artık ben.”
P.Neruda – ( Yalnızlık ) Gölge bile yalnız’dan.
Bir kaç şiir dizesidir son sözü belirleyen. Belki, kaçmak çok sözden. Susmanın; konuşmayı bilenlerin erdemi olduğunu bellemişim çok önceden. Susmanın; yalnız bırakmak, yalnız bırakılmayı arzulamak olduğunu hissetmişim.
Bir geminin güvertesine benzerdi Siyaz’ın balkonu.
Yine de benzetmezdi kendini bir kaptana. Kaptan olmak ne ki; olmak varken Siyazana! Eril ya da dişil tanımlamalar da uzak düşerdi o saatlerde artık. Tanrının işbirliği kaçınılmaz olduğunda ki, iki kez yaratırdı onu gündüz ve gecede tanrıların tanrısı. Ak ve kara gibi keskin çığlıklar arasında tutunurdu kendi ışığına. Bir çiğ tanesinin ışığına tutunan ateş böceğiydi o.
El çekince ayağını geceden, balkon Siyazana’ya kalırdı.
Gecenin büyüsünü ancak ; gece yasayanlar bilir. En çok da geceleri yanılır insan! Güverteye çıkıp derince soluk alarak, sessizliği dinlerdim gözlerimi kapatıp. Uludağ’ın yamaçlarından ovaya haykırırdım sürüdeki kargaşayı. Her biri ateşböceği gibi parlayan sessiz çığlıklardı bunlar…
Gece lacivert, gece siyah.
Yer tanrısı ışıklarını saçmış insan eliyle, gök tanrısı da adına yıldız denen fenerler serpiştirmiş geceye. Kendimi yalnız sanırdım oysa! Ayrı görürdüm sürüden, ne büyük yanılsama. Aşağıdakiler de yukarıdakiler de benim gibi parlamakta. Ayrı gibi görünen ateşböcekleriyiz oysa biz. Aynadaki öteki yüzlerimizdir diğerleri. Biz ateşböceklerinden güneş yapmalıyız belki.
Bir geminin güvertesine benzerdi Siyaz’ın balkonu.
Ne, böceklerden bir güneş ne de, güneşlerden bir böcek yaratabildi.
Böcekler yuvalarına çekildi, güneş ise uzak dağların ardına….
Mayıs 2000 / Bursa
(http://www.siyaz.com/default.asp?sayfa=31&id=82)
Aşçı Fok’tan Otlu Mübadele Çorbası
Malzemeler:
Buğday yarması
Bulgur
Tarhana
Mısırunu
Zeytinyağı
Soğan
Sumak ekşisi
Yoğurt
Baharatlar (nane, adaçayı, defne, poy vs)
Yenilebilir mevsim otları (pazı, roka, taze asma yaprağı, dereotu, nane, ebegömeci vs.)
Önce kıyılmış soğanlar zeytinyağında hafifçe kavrulur, sonra toz baharatlar konup kokusu çıkması sağlanır ve yeterince suyu ilave edilir. Çorbamızın suyu kaynamaya başlarken sırasıyla yarma, bulgur, tarhana ve mısırunu eklenir ve sürekli karıştırılarak pişmesi sağlanır.
Tat vermesi için biraz sumak ekşisi ve yeterince tuzu konur, (eskiden yoğurt bulamadıklarında koruk suyu ve sumak suyu kullanırmış nineler) iyice yoğunlaşan çorbamıza önceden kıyıp hazırladığımız yeşil otlar ilave edilir.
En sonunda da yoğurt ile terbiyesi yapılır. (Yoğurt ve süt et suyunun bulunamadığı zamanların baş tacı olarak mübadele mutfağının vazgeçilmezidir.)
İçenlere aş olsun, bereketi daim olsun, yâd ettiğimiz ata ninelerimizin ruhuna deyip şimdiki neslimize şifa olsun.
(http://www.ascifok.com/default.asp?sayfa=10&id=1184)
Roka çorbası için neler gerekli?
Bir demet roka
Bir küçük havuç
Bir küçük taze kırmızı biber
Bir fincan pirinç
Bir fincan yoğurt
Sızma zeytinyağı
Tuz, karabiber, nane
Beş altı bardak içme suyu
Havuç rendelenir, küçük doğranmış kırmızı biberle zeytinyağında hafifçe öldürülür. Beş altı bardak içme suyu konur, kaynayınca pirinci atılır. Pirinci pişmeye yaklaşınca ince kıyılmış roka kaynayan çorbaya ilave edilip 10 dakika pişirilir. Ateşten indirmeden çırpılmış yoğurt, tuz, nane, karabiber sıcak çorbadan birkaç kaşık alaşım yapılarak karıştırılır. Yoğurdu çorbayla kestirmemek için azar azar ve karıştırarak ilave etmekte yarar var.
Bu roka çorbasında yumurta ve et suyu kullanarak lezzet arttırabilir, zeytinyağı yerine tereyağı da kullanabilirsiniz.
Rahmetli Güngör Teyze’nin sütlü roka çorbası; iki kaşık soya kıyması granülü, iki-üç bardak süt, bir kaşık un ve roka ile yapılan basit bir diyet çorbasıydı. Huzur içinde yatsın…
(http://focafoca.com/default.asp?sayfa=008&altid=21&id=4926 )